kedinin schrödinger’i

“Ne sefilce bir ikiyüzlülük bu, diyebilirsin; ama burada kalmayı canı gönülden istemek dışında, Cehennem’den kaçmak için bir şans verilmedi daha önce bana. Çok az aile vardır hapishanedeki kadar yakın ilişkiler kursun. Çok az evlilik, suçlular ile onlara adalet dağıtmaya çalışanlar arasındaki evlilik kadar dayanıklıdır. Zodiac Katili‘nin bu kadar acımasızca polislerle oynaşmasında şaşılacak bir şey yok. Ya da Karındeşen Jack‘in sahte mektuplar yazarak detektiflere kur yapmasında ve yem atmasında… Hepimiz izlenmeyi isteriz. Hepimiz arzulanmayı arzu ederiz. ” [1]

Ülkenin iç ve dış politikası gitgide daha fazla Antonio Gramsci’yi özlemle anımsatır, devlet bir bütünün yansıması olmak yerine, bütünün birliği haline gelirken “neden?” sorularına sığınıyorum. Neden buradayız hala? Neden kendimizi bağlı hissediyoruz bu toprağa, tarihe, topluma? Neden kaçış yolu yokmuş gibi gözükse bile umudu taşıyor insanlar zulalarında? Neden seçilenler ile atananlar birbirine karışmışken – yine – ve her yanımız ağrıyorken baharın yorgunluğundan, ısrar ediyoruz burada durmaya, burayla bir olmaya, buranın olmaya?

Sorular çok yeni değil aslında. Doğa olaylarını açıklamak için kurgulanmış ilkel ritüellerden karmaşık dinlere, ırklardan milletlere kadar pek çok fenomen kullanılmış bunları yanıtlamak için. Bazen masallara sığınmış insanlar bazen de özenle çarpıtılmış gerçeklere. Kültür olmuş, öz olmuş, dil olmuş, din olmuş, asabiyye olmuş, (maşeri) vicdan olmuş… Her zamanki gibi ne, ne olduğu ne de ne olmadığı anlaşılabilmiş. Siyasetin kendisi olmadığı hep bilinmiş aslında ama hiç de siyasetsiz düşünülememiş.

Ben artık devletlik diyorum ona. Bir arada yaşama isteğini kurumsallaştırmış olmak anlamında kullanıyorum bu tanımı. Buradaki “istek” kavramının altını da, doğal-içten gelen bir şey olarak değil, belirli bir siyasi-kültürel-toplumsal manipülasyonun içselleştirilmesi olarak çiziyorum. Neden istediğimizi bilmeden istediğimiz değil, bilakis bile bile, rasyonelleştire rasyonelleştire istediğimiz bir acı makinesi devletlik. Yaraya basılan tuz. Ağlarken dinlenen arabesk şarkı. Sürekli kopartılan yara izi. Acı’nın tek başına iyi gitmediğini, bir araya gelip büyüyünce daha ‘iyi’ olduğunu düşünen insanların bir araya gelişi. İşlevsel bir mutsuzluk paylaşımı, yığınlaşması. Evrim basamaklarının reddiyesi. Liderin peşinden gitme, lider olma obsesyonu. Toplu bir nevrozun, bireyci ve şizofrenik bir izdüşümü.

Son bir aydır neler döndü şu bizim devletlikte? Ne küfürler, ne yalanlar, ne güç gösterileri, ne hesaplaşmalar, ne ahlaksızlıklar, ne dolaplar… On günde oyları sayamadı insanlar. Kendi oylarının peşinde koştular. Yeniden sayım gibi istekler bile reddedildi, Anayasa Mahkemelik, AİHM’lik olundu. “Sandığımız” sandığımız “sandığımız”, sandığımız gibi çıkmadı. Ne hukuksuzluklar oldu hukuk kisvesinde, ne hukuk kisveleri hukuksuz oldular… Karşılıklı nefretin ereksiyonunu izledik gizliden gizliye, elimiz ceplerimizde, ve ihtiyaç fazlası nefretciklerin yüzümüze bulaşmasını da elbette. Ellerimiz kirli, yapış yapış, ağzımızdan düşmeyen beddualarla ölü bedenlerin adlarını aynı tükürüklerle dışarı attık. Parmak aralarımızı kesen kağıtlar; etimizi kemiğimizden ayıran neşterlere rahmet okuttu. Üzerimize yağan kanlı yağmurlardan Jeff Hanneman bile tiksinirdi eminim. Pas tadı vardı dilimizde sarf etmekten tükendiğimiz postal altlarından arda kalan. Medet umduklarımızdan değil, kendi umudumuzdan kırdık umutlarımızı. Kaybettiğimizi sandığımız şey ruh değil, adalet hissiydi, sonra anladık. Umursamadık. Daha az umursayamazdık.

Ve tüm bunlara rağmen – hayır düzeltiyorum: tüm bunlar yüzünden – bir aradayız hala. Birbirine ve çocuklarına acı çektirmekten zevk alan evli bir çift gibi Türkiye. Birbirine tecavüz ediyor durmadan. Kaldırdığı kadehin aksinden, arkadaki hatunu kesiyor birileri; diğerleri namus imasında bulunup Sharon Stone’luğa özeniyor. ‘Karma’ diyor birileri, ‘ne ekersen onu biçersin’. ‘Korkma’ diyorlar, ‘güzel günler yakında; biz ayağa kalktık’. Şaraba abanılmış gecenin sabahındaki baş ağrısı ve mide bulantısı kadar tatsız ve bir o kadar da çaresiz bir kötü hissetme durumundan bu kadar kolay uyanma isteğinin şaşkınlığı var birilerinin üzerinde. Hala aynı sesi duymanın işkence edici bir alışkanlık yaratıcılığı var. Attığımız ve saydıramadığımız oylarımızda gizli heyecanlarımız, umutlarımız var. Hepsi bize benziyor – birilerinin hayallerinden çalınmış, apartılmış, cukkalanmış. Özgürlüğün simgesi, olmazsa olmaz demokrasinin kalesi oylarımız bile başkasının iradesine selam çakmış. Başka birinin kusmuğu üzerimize bulaşmış, kokusuna alışmışız, haberimiz olmamış.

Bir arada yaşamaya devam ediyorsak, sebebimiz var. Sebebimiz, devletliğimiz, mucizemiz, acıdan hoşlanıyor oluşumuz. Acı vermekten ve almaktan. Can yakmaktan, canımızın yanmasından. Elimizde olsa, nefret ettiğimiz herkesin kafasını uçururuz bir saniyede. Saçlarından tuttuğumuz kellelerden akan göz aklarını hiçe sayıp kameralara poz veririz hepimiz. Sürpriz. Lütfen gülümseyin. Cheeeeese. Üç yüz otuz üç deyin. Onunla bir selfie’niz olsun. Selfie’miz, bizi birbirimize bağlayan şey, birbirimize duyduğumuz nefretimiz.

Merhaba, ben kedinin Schrödinger’i.

En az hayat kadar tahammül ve tahmin edilemezim.

Bir anda orada, aynı anda buradayım.

Sevgim, nefretim; nefretim sevgim.

Kötü bir şarkı gibiyim.

İradenin iradesizliğiyim.

“Cehennem’i Cehennem gibi hissettiren tek şey, diye düşünüyorum, Cennet’teymişiz gibi hissettirmesi gerektiği yönündeki beklentimiz.” [2]

 

[1] Chuck Palaniuk, Lanetli, (çev.) G. Ç. Çetin, 2011/2014, İstanbul: Ayrıntı, s. 224

[2] A.g.e., s. 237.

Comments Off on kedinin schrödinger’i

Filed under Güncel

Comments are closed.