locke’dan marx’a sokak olaylarına teorik bir bakış

David Harvey’nin Türkçe’ye en son kazandırılan Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru isimli çalışması, Türkiye’nin Mayıs-Haziran 2013 günleri itibariyle (yeniden-)tanıştığı ‘sokak olayları’nı anlamaya yönelik, tümüyle teorik bir perspektiften, oldukça yararlı ve provoke edici bir bakış açısı sunuyor. Henüz kendisinden haberdar olmayanlar için Harvey, neoliberal dünya görüşünün küreselleşme dalgasıyla birlikte yok etmekte olduğunu iddia ettiği ‘özgür insanoğlu’nu yeniden ortaya çıkartmak ve onun kendi mekanını yeniden düzenlemesini sağlamak amacıyla geliştirdiği kentsel iktisat teorisi ile akademik çevrede büyük saygınlık kazanmış, değerli bir coğrafya profesörü, bir entelektüel. Onun bu son kitabı, her ne kadar Türkiye özelindeki olaylara doğrudan yer vermiyor olsa da, bugün kendimizi ‘bir anda’ içinde bulduğumuz koşulları anlamak için adeta biçilmiş bir kaftan. Gazetelerdeki köşe yazılarının, kahvehane sohbetlerinin ve ardı arkası kesilmez partici siyasetin çok dışında bir yerde nefes alabilmek ve aydınlık bir zihinle dertleşmek için de bulunmaz bir fırsat.

Burada söz konusu kitaptan bir bölümü paylaşmak ve Harvey’nin olağanüstü bir başarıyla sunduğu liberalizm-Marksizm karşılaştırması üzerinden, yalnızca İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in değil, Kahire’nin, New York’un, Rio’nun, El Alto’nun, Barcelona’nın, Paris’in ‘sokaklara dökülüşünün’ arkasındaki perdeyi aralamak, olan biteni anlamaya çalışmak istiyorum. İnsanları harekete geçiren veya oldukları yerde bırakan dürtülerin A partisi veya B partisi ile, X şahsı veya Y şahsı ile, ilerlemeci veya muhafazakar bakış açısı ile, daha da önemlisi birbiri ile çarpışan ahlaklar ile ilgisi olup olmadığı sorusunun yanıtını ise okuyuculara bırakıyorum.

“[John] Locke’a göre şahsi mülk, kişilerin emeklerini toprakla birleştirmesinden doğan tabii bir haktır. Emeklerinin meyvesi yalnızca kişilerin kendilerine aittir. Bu, Locke’un kendine özgü emek-değer teorisinin özünü oluşturur. Piyasadaki mübadele, bu hakkı toplumsallaştırır; her bir birey kendi yarattığı değeri, bir başkasının ürettiği denk bir değerle takas etmek yoluyla, aslında, geri almış olur… Gel gelelim burada piyasaların adil ve serbest olabileceği varsayılmaktadır; dahası, klasik siyasal iktisat piyasanın bu varsayıma uyması için devletin müdahalesini öngörür… Fakat Locke’un kuramının nahoş bir sonucu da vardır. Değer yaratmayan bireyler mülk üzerinde hakka sahip değildir. Kuzey Amerikalı yerlilerin toprağına ‘üretken’ sömürgeciler tarafından el konması meşruydu, çünkü yerli toplulukları değer üretmiyorlardı.

Peki [Karl] Marx bütün bu sorunları nasıl ele alıyor? Kapital‘in ilk bölümlerinde Marx, Locke’un kurgusunu kabul eder. Fakat Marx’ın emek gücünün adil ve serbest piyasalarda alınıp satılan, bireyselleşmiş bir metaya dönüşmesini ele aldığı noktada, Locke’un kurgusunun altında yatan gerçeği görürüz: Değer mübadelesinde eşitliğe dayalı bir sistem, üretim araçlarının sahibi olan sermayedara canlı emeğin üretim sırasında sömürülmesi dolayısıyla artı ürün sağlar (sömürünün gerçekleştiği yer, burjuva hakları ve anayasal düzenin hakim olduğu piyasa değildir)… Kendi üretim araçlarının denetimini elinde tutan münferit zanaatkarların nispeten serbest piyasalarda serbest mübadeleye girişebildikleri bir dünyada, Locke’un kurgusunun belli bir kıymeti olabilir. Ancak 18. yüzyıl sonlarından itibaren fabrika üretiminin ortaya çıkışı, Locke’un teorik formülasyonunu geçersiz kılmıştır… Fabrikada emek kolektif olarak örgütlenmiştir. Bu çalışma biçiminden türetilebilecek herhangi bir mülkiyet hakkı varsa, bu bireysel değil, kolektif veya toplu bir mülkiyet hakkı olmalıdır kuşkusuz… Değer, yani toplumsal olarak gerekli olan emek zamanı, kapitalist bir müşterek alandır [commons] ve ortak servetin ölçüsü, evrensel denklik olan parayla temsil edilir. O halde müşterek alan, bir zamanlar varolan ve sonra yitirilmiş bir şey değil, tıpkı kentsel ortak alanlar gibi, sürekli üretilmekte olan bir şeydir. Ancak sorun, kolektif emeğin sürekli üretmekte olduğu bu ortak alanları, metalaşmış ve parasallaşmış biçimiyle sermayenin bir yandan sürekli sınırlandırması ve onlara el koymasıdır…

Fakat burada dikkat etmemiz gereken analitik bir nokta daha var. Marx’ın tasavvur ettiği kolektif emek, büyük oranda fabrikayla sınırlıydı. Bu kavramsallaştırmayı genişleterek, [Michael] Hardt ve [Antonio] Negri’nin önerdiği gibi, metropolün kendisini, şehir mekanında ve bu mekan üzerine sarf edilen kolektif emeğin ürettiği dev bir müşterek alan olarak düşünmeye kalksak ne olur? Bu durumda bu ortak alanı kullanma hakkı onun üretiminde payı olan herkese ait olmalıdır. Şehri meydana getiren kolektif emekçilerin şehir hakkı [right to the city] talebine temel oluşturan da zaten budur. Şehir hakkı mücadelesi, başkalarının ürettiği ortak yaşamı dur durak bilmeksizin sömüren ve ondan rant devşiren sermayenin iktidarını hedef alır. Bu da bize asıl sorunun mülkiyet hakkının kişiye özel oluşunda yattığını, ve bu hakkın malikine, başkalarının yalnız emeğine değil, ortaya çıkardıkları kolektif ürüne de el koyma hakkını verdiğini hatırlatır. Bir başka deyişle, sorun ortak alanda değil, onu çeşitli ölçeklerde üreten veya kullananlar ile şahsi çıkarları için ona el koyanlar arasındaki ilişkidedir.” [1]

 

[1] David Harvey, Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, (çev.) A. Deniz Temiz, 2012/2013, İstanbul: Metis, sf. 128-131

Comments Off on locke’dan marx’a sokak olaylarına teorik bir bakış

Filed under Teori

Comments are closed.