muhafazakarın charlie hebdo ile imtihanı… veya biraz neoliberalizm alır mıydınız?

David Harvey, 1980 sonrası dünyayı şöyle tanımlıyordu:  “Benlik odaklı bir bireycilik, kimlik politikası, multikültüralizm ve cinsel tercihler etrafında örülmüş toplumsal hareketlerin” [1] dünyası.

7 Ocak 2015 Paris saldırıları, Harvey’nin bu tanımında ne kadar da haklı olduğunu bir kez daha ortaya çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda onun bu tanımını genişletme ve belki de doğu merkezli bir analizi de içine dahil etme fırsatı verdi.

Tabi ki, katledilen insanların akan kanlarının üzerinde, ellerini değil de beyinlerini kana bulamış sapkın ruhların kahkahaları arasında ve insanlığın günbatımında verdi bu fırsatı. Bazen ne söyleseniz olmaz ya, işte ona benziyor o görüntüler. Can çekişen bir adamın kafasına kurşun sıkarken, sanki su tabancasıyla hareket ediyormuşçasına rahat ama yüzünü gizleyecek kadar da korkak bir el var tetikte. Diğer tarafta ise Charlie Hebdo’nun kimliğinin ötesinde, kaldırımda yatan ve bedeni soğumaya başlamış bütün bir Aydınlanma aklı var sanki. Post-modern kültür denilen ucubenin zafer bayrağını diker gibi yapıp, bir anda ortadan kayboluverdiği bir gerçek-hikaye izletti bize Paris sokakları. Şimdi bu hikayeyle hesaplaşmaya çalışacak Fransa ama yine yanlış tercihlere, saptırmalara, yanlış hedef belirlemelere kurban gidecek büyük ihtimalle tüm bu uğraşlar. Ölenler ve ölenlerin ardında kalanlar, umarım bizdeki kadar kolay unutulmaz, iki ana haber arası zamana sıkıştırılmaz orada, Fransa’da, Aydınlanma’nın kalbinde…

Harvey’ye geri dönelim.

Coğrafi keşiflerle başlayan ve “sermaye birikimi”ne dayanan yeni politik-ekonomik dönem, yirminci yüzyıla ‘tatsız’ bir giriş yapmıştı. Savaşlar, devasa büyüklükte finansal krizler derken, sermaye istediği kadar birikememeye, birikse de bu birikimi harcayacak mekanları bulamamaya başlamıştı. Çözüm, Harvey’nin “devlet-finans bağı” adını verdiği mekanizmada bulundu. Basitçe, devletin sınırlarını, sermayenin içinde özgürce birikebileceği bir pazar haline getirebileceği bir mekan yapmıştı. Ancak, “bu durum, devlet ile finansal güç arasında, devlet ve sermayeyi birbirinden berrak çizgilerle ayrılabilir görme yönündeki analitik eğilimi altüst eden bir iç içe geçmişliği ortaya koy[du].” [2] Zira sermayenin kanatları vardı ve geniş devlet sınırları bile o kanatların uçmak istediği yerlere ulaşamıyordu. Sermayenin özü, birikme isteğiydi. Emperyalizm, zaten bunu ispat edeli çok uzun zaman olmuştu.

Nitekim, 1970’lerden itibaren devlet-finans bağının devlet ayağı iyice kırıldı [3]. Yeni krizler, sermayenin birikme eğilimine ket vurdu. Ancak sermaye bir kez daha ‘uyanık’ çıktı. Madem devletlerin – siyasi mekanizmaların – hassaslaştıkları anda ekonomilerde istenmeyen kaymalar yaşanacaktı; o zaman çare, devletleri hem pratikte hem de zihinlerde bitirmekte bulundu.

Bu sürece – hala – küreselleşme deniliyor.

Küreselleşme, ‘zamanı ve mekanı sıkıştırmaktır.’ Bilhassa devlet sınırlarını (sözde) ortadan kaldırmak, sermayenin ‘uçabileceği’ mekanları tamamen serbest bırakmak; bunun için de “hem hukuki, hem de hukuk dışı (şiddet, suç işleme, sahtecilik ve standart altı konut ipotek piyasasında ya da daha da önemli olarak uyuşturucu ticaretinde son zamanlarda ortaya çıkmış olduğu gibi yağmacı uygulamalar türünden) yöntemler” [4] kullanmaktır. Harvey’ye göre bu, “mülksüzleştirme yoluyla birikim”dir. Mülksüzleştirilenler bir yanda dünyanın çoğunluğunu oluştururken, biriktirenler ise küçücük bir azınlıktır. “Dünya’nın en zengin 67 kişisi, en fakir 3,5 milyar insanın toplamından daha zengindir.” [5] Doğar doğmaz borçlusunuzdur artık. [6] Devletinize, ailenize vs. değil, sermayeyi biriktirenlere karşı…Ve dahası bu durum gayet normal karşılanmaktadır.

Artık ‘devlet’ denklemden çıkmıştır. Çıktığına göre, iki yüz yıldır onunla eşleştirilen ‘millet’ de pekala teorik varlığına veda edebilir. Ve insanlar böylece ‘karışmaya’ başlar. Söylem son derece basit (Occam’ın Usturası) ve bir o kadar da çekicidir: ‘Nasıl sermayenin bir mekanı  yok ve kanatları varsa; insanların da mekanları olmamalı, kanatları olmalıdır.’ Bunun adına neoliberal bireycilik denir. Doğduğu yerde değil, yaşamak istediği yerde yaşamalıdır insan. Ait olduğu kültürde değil, ait olmak istediği kültür içinde nefes almalıdır. Dini, dili, cinsiyeti, tarihi… hepsi bireyin istediği gibi şekil almalıdır.

Evet, bu ideallerin hepsi, gerçekten, çok çekicidir. Öyle ki, bir birey olarak, toplumun ürettiği arkaik, tabu-yaratıcı, çağa ayak uyduramayan geleneklerden kolayca sıyrılabilmeyi vazeder. Tek başınıza ayakta durmanız için dünyanın artık ‘hazır’ olduğunu müjdeler. Sizi devletlerden, kültürlerden, sınırlardan, ideolojilerden, tarihten, “büyük anlatılardan” [7] kurtarmayı ve ‘özgürleştirmeyi’ güçlü birer ihtimal olarak sunar. Sizi olduğunuz gibi bırakacağı tek kategori ise “cebinizdir:” cebiniz, banka cüzdanınız, kıyafetleriniz, markalı gözlükleriniz, arabanız, eviniz…

Sinsidir neoliberalizm. Sizi toplumsal aidiyetlerinizden sıyırırken, bireysel aidiyetlerle ‘terbiye’ eder. Ait olduğunuz şeyleri de tüketebildiklerinize eşitler. Mutsuzluğunuzun kaynağı tüketememek, ruhsuzluğunuzun kaynağı aynı-şeyleri-tüketmek, huzursuzluğunuzun kaynağı ise tüketebilme-olasılığından-uzaklaşmaktır artık. Tüm bu tüketme fablının ortasında, her türlü toplumsallıktan uzaktasınızdır ve yapabileceğiniz şeylerinin sınırını kutsal kitaplardan okuma devrini kapatmış, alışveriş kataloglarında arar hale gelmişsinizdir. İki uçta da siz ‘siz’ değilsinizdir ve üstelik bu iki uçtan birini seçmenin (yani öteki ucu kaybetmenin) korkutuculuğu ile baş edebilmeniz de olanaksızdır.

İşte bu yüzden ‘ortada’dır neoliberalizmin ‘bireyi.’ Ortada, ortalıkta. Ne oraya gidebilir ne buraya. Ne onu seçebilir gönül rahatlığıyla ne öbürünü. Ne o yol doğrudur ne diğeri.

Tam da Thom Yorke’un söylediği gibi: “Hayal kırıklığına uğramıştır ve ortalarda gezinir; yerdeki bir böcek gibi ezilmiştir; hayal kırıklığına uğramıştır ve ortalarda gezinir.” [8]

Ne yapacağını bilmez bir halde, eskiden hiç beğenmediği kültüründe, geleneğinde, dininde bulur aradığı ‘sıcaklığı,’ ‘temas isteğini,’ ‘cemaat fikrini.’ Yalnız olmadığını hissetmek ister. Birileriyle nefes alabilmek, bir ‘doğru’nun parçası olabilmek. Zaten neoliberalizmin en yerinde hamlelerinden biri de, fazla büyük olmadığı, bireyleri küçük bir topluluk olmaktan öteye taşımadığı, sınıflaştırmadığı ölçüde her türlü “yerel bağlantı”ya izin vermesi, hatta onları teşvik etmesidir. En ekstrem dini pratiklerden, en alışılmadık geleneklere kadar her türlü toplanma-icadını savunur neoliberalizm. Bunu da özgürlük, çokkültürlülük ve fırsat eşitliği gibi çekici paketlere sararak yapar. Bireye bir aidiyet duygusu katabilecek (tabi bir de bu aidiyetini dışarıya sergileyebileceği güzel simgeleri paketleyip satın alınabilecek birer ürün haline getirecek) her türlü bağlantıya ‘olur’u vardır neoliberalizmin. Adını koymuştur bu küçük’ü seven kültürün: post-modernizm. [9] Yeter ki, toplanmanın çapı büyümesin; yeter ki, insanlar yapıya zarar verebilecekleri bir bütünün parçası olmayı istemesin… O kritik noktaya, canlılık eşiğine kadar her türlü ‘grubun’ öz-savunucusudur neoliberalizm. Ölü gruplar. Aksiyondan/eylemden uzak kalabalıklar. Marjinal kitleler. Bağlantısız çokluklar.

Nereden mi biliyoruz bunları?

En son hangi devletlerin savaşını izledik TV’de? En son hangi sınıflar-arası mücadele kitabını okuduk? En son hangi filmde vardı ‘bütünleşme, bir araya gelme’ mesajları – uzaylılarla savaşlarımız dışında!? İyilikten, kötülükten; doğrudan, yanlıştan bahseden şarkılar bitmedi mi artık?

Buradan kaynaklanıyor sanıyorum Paris’te doğmuş ‘çocukların’ gözünün dönmesi.

Bir yanda kayboluveren sınırları geçerek, Mağrip’ten Fransa’ya akın etmiş farklı gelenekleri, farklı kültürleri, farklı alışkanlıkları olan bir aile. Diğer yanda fakirlik, yoksulluk içinde ait olabilecekleri salık verilen tüketimden ve Fransız kültüründen paylarını alamayan çocuklar… [10] Tüketemedikleri şeylerin yerine koyabilecekleri en kolay aidiyet nesnesine açıyorlar kapılarını: dine. Bildiğimiz anlamda, insanların hayatını ahlak düzeyinde kontrol etmekle uğraşan bir din değil bu. Fransa’da – bir dönem Katolikliğin anavatanında, ana-akım geleneklerin dışında kalmış, marjinalleşmiş, kökenleri ile bağlantısını kaybetmiş, radikalleşmiş ve dolayısıyla da post-modern kültürün ilgi alanına girmiş bir din. Ne kadar aşırı, o kadar iyi. Ne kadar radikal, o kadar kimlik-verici. Ne kadar marjinal, o kadar şevkle desteklenici.

Tüketemediklerinin acısını, tükenerek çıkartan çocuklar…

Radikal olanı kendi içinde tutmanın imkansızlığıyla hiç ilgilenmeyen post-modern kültüre ve neoliberalizme yanıtlarını, “biz de yayılmak, sizi ‘biz gibi’ yapmak istiyoruz” nidalarıyla verdikleri anda, aynı post-modernizmin ve neoliberalizmin tokatını “İslamofobi” formunda yiyen çocuklar. (Tüketebilen) bireylere duydukları aşırı nefretlerini, kendilerine yönelik bir aşırı nefrete yönelterek, ortaya olsa olsa bir “kaybet-kaybet” durumu çıkartan, kendine dönüşlü ve son derece tehlikeli bir bireycilik-grupçuluk hesaplaşması…

Sonuç: 12 ölü.

Ve elbette burada, Türkiye’de…

Son otuz yıldır, daha önce devlet tarafından ezilmiş her türlü alt-kültürel, dinsel ve cemaatsel yanlarını, Tarantino filmlerinde fışkıran kanlar gibi yücelten, serbest bırakan neoliberalizme ve post-modernizme sarılmış entelektüel adayları… Ailelerinin yaşadığı baskıları kırma yollarını onlara açan ama bu ‘kıyağının’ karşılığını onlardan ciddi taleplerde bulunarak alan (örneğin, onları  da kendini-meşru-kılma zincirine bir halka olarak katan) sisteme kendilerini kaptırmış gidiyorlar bugün.

Anlatıyorlar şimdi: ‘Bu saldırıyı İslam’a mal edemezsiniz.’ ‘Biz her terör eyleminde kendimizi savunmak zorunda değiliz.’ ‘Bizim barbar olmadığımıza sizi ikna etme borcumuz yok.’ ‘Gerçek İslam bu değil.’ ‘Siz bizi dinimizden koparttığınız için radikalleşti o insanlar; yine de yaptıklarını onaylamıyoruz tabi ama, bir suçlu varsa o da sizsiniz.’ ‘Bu saldırı size karşı olduğu kadar, bize karşı da yapıldı.’

Farkında olmadıkları şey ise şu: Cumhuriyet formunda, sekülerlik formunda, modernite formunda, Avrupalılık formunda onlara dayatılan büyük anlatılardan ne kadar nefret ediyorlarsa; en az aynı büyüklükteki bir başka anlatıya, “Gerçek İslam” [11] dedikleri şeye dayandırıyorlar tüm bu iddialarını şimdi. Yani sarıldıkları post-modernizmin yıkmaya çalıştığı şeyin ta kendisine. Bir başka anlatıya. Yeni yeni ihanetini görüyorlar savundukları post-modernizmin. Nankörlüğünü.

Oysa post-modernizm, orta parmağını havaya kaldırmış, şöyle diyor onlara: ‘Ben sizi, saklanmak zorunda kaldığınız cemaat evlerindeyken seviyordum. Maklube yerken. Birilerini etrafınızda toplama amacınız yokken. Polisten kaçarken. Askerden korkarken. Cebinizde paranız yokken. Oysa şimdi her şey değişti. Çok-laştınız. Büyüdünüz siz. Evet “siz.” Eskiden her biriniz birer “sen”ken bir problemim yoktu sizinle ama ne zaman ki siz “siz” oldunuz. Artık harcanma vaktiniz geldi. İslam ile, gerçeği veya yalanı ile ilgilenmiyorum ben. Ağzımı açtım ve bekliyorum tüm bunlarla birlikte sizi de mideme indirmeyi. İştahımı açıyorsunuz. Hala benden alıntılar yaparak, hala bana güvenerek, hala benim aracılığımla kendinizi savunmaya çalışarak, beni benden alıyorsunuz…’ [12]

Sevgili eski-saklanıcı, yeni-Gerçek-İslamcı-anlatıcısı, inancıyla tamamen ters neoliberalizmi hiç eleştirmeden bir zamanlar yücelttikleri kültüre bugün tu kaka diyen, entelektüel-wannabe arkadaşlar. Benden duymuş olmayın ama size kötü bir haberim var. Neoliberalizm artık sizi, inandığınızı söylediğiniz değerleri, daha önce koruduğu özelliklerinizi istemiyor. On sekizinci yüzyıl oryantalistlerinin ilgisini çeken doğulular gibiydi tarikatlarınız onlar için. Şimdi ilgisi bitti. İngiliz bir misyonerin nargilesi gibiydiniz; içti, bittiniz. Yeterince güçlendiniz siz. Ağızlara layık kocaman bir lokma haline geldiniz.

Malum siz büyüdükçe, pazar küçülüyor. Pazar küçüldükçe, onu yeniden genişletmek gerekiyor.

Sermaye birikmek istiyor – sizin o hiç önem vermeden, övücülerine methiyeler düzdüğünüz sermaye istiyor bunu.

Siz ise bu birikimden pay alacak kadar büyüdüğünüze güvenip bu çift başlı yılanın özgün başını ele geçirebilme hayallerinizi canlı tutmaya devam ediyorsunuz.

Alıntılayın. Baudrillard deyin. [13] Debord falan, sallayın. Foucault zaten olmazsa olmaz. [14] Araya bir de Derrida çaktınız mı tamamdır bu iş…

Neoliberalizmin ağzının suyu, üzerinizi ıslattı; gitti Charlie Hebdo’yu katletti. Sıra sanki size yaklaştı. Ayak sesleri her yeni adımda gürleşiyor. Gürleşiyor. GÜRLEŞİYOR.

Sanırım iş işten geçti artık. Sermaye kan(ınızı) istiyor. [15]

[1] David Harvey, Sermaye Muamması: Kapitalizmin Krizleri, (çev.) S. Savran, 2010/2012, İstanbul: Metis, s. 139.

[2] A.g.e., s. 58.

[3]  Aslında bu devlet ayağı “kırıl-mış gibi oldu” denilmesi daha doğru, zira neoliberalizmin çekici söylemsel-lügatı “devlet-sizlik” paketini de en canlı renkteki el işi kağıtları ile kaplamış olan ve devlet-siz görünüm altında, devleti bizzat yutuveren sermayeyi ima ediyor. Neoliberalizmin kurucu babalarından – hatta bunun ilk iktisadi örneğini Augusto Pinochet’nin darbe-sonrası (1973) Şili’sinde bizzat uygulatan – Friedrich Hayek’in (1899-1992) stratejisine dair uzunca bir alıntı, konuyu daha iyi açıklayabilir:

“Hayek, piyasa toplumunun özgül niteliklerini kavramsallaştırmak için, geleneksel ‘ekonomi’ teriminin, ‘katalaksi’ (catallaxy) terimiyle değiştirilmesini önerdi: Kelime anlamıyla ‘ekonomi,’ bir ailenin yasası (nomos) demektir; yani haneyi, çiftliği ya da işletmeyi ‘birleşik bir plan uyarınca’ (a unitary goal) belirli amaçlar güderek çekip çevirme yolu demektir. ‘Belli bir tekil etkenin tanıdığı araçların kullanımına yönelik amaçlı bir düzenlemeyi’ tanımlayan bu kavram, planlı bir ekonomi anlayışına [örneğin, sosyalizme] bağlı kalmayı sürdürür. Yeni bir sözcük olan ‘katalaksi,’ Yunanca katallattein teriminden türetilmiştir ve bu terimin ikili anlamı vardır: birincisi, ‘mübadele etmek,’ (to exchange) özellikle ‘para alışverişi yapmak’ ve ikincisi, ‘topluluk içine kabul etmek,’ (admit into the community) ‘düşmandan dosta çevirmek…’ ‘Katalaksi’ sözü, piyasa düzeninin, birleşik bir amaç gütmeksizin ‘birbiriyle karşılıklı bağlantılı pek çok ekonominin meydana getirdiği bir sistem’ olduğunu ifade eder. ‘İnsanların mülkiyet, haksız fiil (tort) ve sözleşme yasasının kuralları çerçevesinde hareket etmeleri yoluyla piyasanın kendiliğinden ürettiği özel düzen türü’nü betimler. Neoliberalizmin devlete kuşkuyla yaklaştığı yönündeki yaygın kanının aksine piyasa düzeni, modern devletin hukuki, yani ideolojik biçimlerince sıkı sıkıya çerçevelenmiş ve o biçimlerin içine yerleşmiştir. Katallattein teriminin ikili anlamı, topluluk içine ‘kabul etme’nin, mübadele sürecine yatırılmış mülkiyete (property invested in the exchange-process) bağlı olduğu anlamında da okunabilir: Bir kişi, topluluğun tam üyesi olabilmek için, mübadeleye sunmak üzere kendi emek gücünü aşan bir şeylere sahiptir.” Jan Rehmann, İdeoloji Kuramları: Yabancılaşma ve Boyun Eğme Güçleri, (çev.) Ş. Alpagut, 2013/2015, İstanbul: Yordam, ss. 288-289.

[4] Harvey, Sermaye Muamması…, s. 59.

[5] “The 67 People Are As Wealthy As the World’s Poorest 3,5 Billion,” Forbes, 25 Mart 2014.

[6] Andrea Mura, “Indebted Citizenship: An Interview with David Harvet in Teatro Valle,” OpenDemocracy, 24 Şubat 2014.

[7] Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, (çev.) İ. Birkan, 1967/2014, Ankara: BilgeSu.

[8] Thom Yorke, “Let Down,” OK Computer, 1997.

[9] ‘Sağ’ın sahiplenmeye çabaladığı, ‘sol’un ise ölümüne eleştirmeye giriştiği “postmodern kültür” kavramını sol cepheden, sermayenin küresel yayılımı ile bağlantısı içerisinde açıklayan Frederic Jameson’a göre bu kültür, sermayenin ulaştığı her deliğe girebilen ve modernitenin 1960’lardaki radikal çıkışlarının başarısızlığa uğramasının yarattığı hayal kırıklığını dolduran akışkan ve çatışmacı (agonist) bir yapıyı ve soyut imgenin (image) somut ürün (product) üzerindeki zaferini ima eder. Toplumun yalnızca bir (yüksek) kesimini hedef alan modernitenin aksine, onun her kesimini (popüleri) hedef alması sebebiyle yüceltici değil, ‘düşürücü’ (demotic) bir karakterdedir ve sermaye ile bağlantısı açısından değerlendirildiğinde, vasat olanı yücelterek siyasal bir “demokratikleşmeyi” ya da toplumsal bir “burjuvalaşmayı” (nitelikte gelişimi) değil, siyasal bir “plebleşmeyi” ve toplumsal bir “bayağılaşmayı” (nicelikte artışı) beraberinde getirmektedir. Frederic Jameson, Postmodernizm: Ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, (çev.) N. Plümer ve A. Gölcü, 1991/2008, Ankara: Nirengi.

[10] Slavoj Žižek, Charlie Hebdo katliamına yönelik yazdığı – ve temelde IŞİD’e dair argümanlarını tekrar ettiği – yazıda “köktenci İslami terör, teröristlerin kendilerini [Batı kültüründen] üstün görmelerinden ya da kültürel-dini kimliklerini küresel tüketim uygarlığının saldırılarından korumak arzusundan kaynaklanmıyor. Onların sorunu, bizim onları aşağı görmemizle alakalı değil; onların kendilerini bizden aşağı görmeleriyle alakalı” derken, sanırım bundan bahsediyor. Ait olamadıkları kültür, teröristlerin onu bir arzu nesnesine dönüştürmesi ve sonuçta da o nesneyi yok ederek, kendi varlıklarını (terörist olarak) yeniden-tanımlamaları ile sonuçlanıyor. Slavoj Žižek, “On the Charlie Hebdo Massacre: Are the Worst Really Full of Passionate Intensity?,” NewStatesman, 10 Şubat 2015. (Yazının ‘anlaşılır’ Türkçesi için Engin Kurtay çevirisini tavsiye ediyorum.)

[11] Burada “Gerçek İslam” olarak anılan kavrama dair iki teorik sorundan da söz edilmesi gerekiyor sanırım. Birincisi, herhangi bir şey’in ‘gerçek’ olma hali, tümüyle seçilen ontolojik yaklaşıma bağlıdır. Örneğin ampirizm, şu anda önümde duran soda şişesinin gerçekliğini, benim onu görebiliyor, koklayabiliyor, hissedebiliyor olmama ve bunu duyu organlarım aracılığıyla beynime onaylatabilmeme dayandırır. “Gerçek İslam”dan bahsedenlerin hangi ontolojik yaklaşımı tercih ettiklerini belirtmeleri hepimizin işini kolaylaştıracaktır. İkincisi, Platon’dan beri gerçek olan ile ideal olan arasındaki ayrım, felsefede ontolojinin çözülememiş sorunlarından biridir ve herhangi bir bireyin “olmasını istediği şey”e atfettiği özelliğe bağlı olarak da değişmez. Benim “Gerçek İslam” kavramına dair gözlemim bu kavramı kullananların, zihinlerinde (yorumladıkları dinde) ‘idealleştirilmiş’ bir boyut olduğu ve ‘ideal’ olanı ‘gerçek’ yapmak/sanmak gibi teknik olarak çözümlenemeyecek bir patolojiye kapılmış olmalarıdır. Dolayısıyla, ortada tek bir “Gerçek İslam”dan ziyade, çok sayıda “İdeal İslam” olduğunu söylemek daha uygun olabilir.

[12] Aslında bu, muhafazakar düşüncenin “Batı karşıtı Batılı düşünceye” ilk defa ‘kurtarıcı’ gözüyle bakması da değil… Bizzat Aydınlanma-karşıtı Romantiklere, Friedrich Nietzsche’ye, Max Weber’e ve hatta Frankfurt Okulu’nun anti-Aydınlanmacılığına da ‘yaklaşmayı’ çok denedi muhafazakarlar ama teori, bu kaynaşma pratiğinin kapısını onlara çoktan kapatmıştı. Gelin Adorno ve Horkheimer’a kulak verelim: “Aydınlanmayı durdurmaya yönelik çağrılar, [1585-1619 yılları arasında yaşamış İtalyan düşünür Lucilio] Vanini’nin zamanında bile, sağın bilimlerden (exact sciences) duyulan korkudan çok, [Aydınlanmacı anlayışın üzerine kurulduğu] itaatsiz düşünceye duyulan nefretten kaynaklanır.” Batılı, eleştirel Aydınlanma-karşıtlığının hedefinde, matematikleşen ve nesnesi öznesinden koparak araçsallaştırılan bir doğa kavrayışı varken; ona kaynak yapmak isteyen muhafazakar düşünce, toplumsal ve düşünsel hiyerarşinin bozulmaması için uğraşır ve ne ironiktir ki, sözde karşı çıktıkları şey olan “bilginin araçsallaşması” tuzağı, bizzat bu ikinci grubu kendi girdabına çekmiş ve orada yok etmiştir. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, N. Ülner ve E. Ö. Karadoğan (çev.), İstanbul: Kabalcı, 1944/2010, s. 64.

Muhafazakarların ‘Hıristiyanlık ve bilim eleştirisini’ sahiplenmek istedikleri (kendisini “bağımsız, namuslu Tanrıtanımaz” olarak tanımlayan”!) Nietzsche de, bu noktada kendilerini hayal kırıklığına uğratıyor ve post-moderniteden İslam/din övgüsü çıkartmayı “Bilgi yoktur: Sonuç olarak – Tanrı vardır! Ne de yeni bir syllogism zarafeti bu!” diyerek yerle yeksan ediyor. Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine: Bir Kavga Yazısı, A. İnam (çev.), İstanbul: Say, 1887/2017, s. 176 ve 179.

Buyurun, yine Nietzsche’den geliyor: “Belli dindar insanlar arasında akıldan duyulan nefreti, bu nefrete duyulan yatkınlığı gözledim. En azından bu onların kötü entelektüel vicdanını su yüzüne çıkarır.” Friedrich Nietzsche, Şen Bilim – Ana Metin I, A. İnam (çev.), İstanbul: Say, 1881-7/2017, s. 26.

Akıl karşıtlığını Adorno ve Horkheimer’a atfetmek (ve böylece tartışmadan ‘yırtmak’) isteyenlerin sığındığı anti-Aydınlanma argümanının kendi-içindeki paradokslar için, bknz. Justin Evans, “The Dialectic of Enlightenment As Parody of Anti-Enlightenment Thought,” Constellations, 2020, ss. 1-14.

[13] Bu yazıda göstermek istediğim “Gerçek İslam” anlatıcısı yazar ile post-modern yazarlar arasındaki bağlantı, Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan’ın Jean Baudrillard’dan yaptığı alıntılar ile adeta ete kemiğe bürünüyor. Kaplan ilk olarak 8 Ocak 2015 tarihinde attığı bir tweet‘te Baudrillard’dan şu alıntıyı yapıyordu: “İslam’ı terörle özdeşleştirmekle, insanlığın tek seçeneğini yok ediyoruz.” Alıntının kaynağının sunulmamış olunmasına kafayı takmaya gerek yok, zira bundan çok daha önemlisi, burada Baudrillard’dan olduğu iddia edilen bu alıntının ‘hangi bağlamda’ söylendiği hakkında en ufak bir ipucu yok. Post-modernizmin her şeyi reddettiği ‘bilgisi,’ alıntılayan-yazarlarda ‘bağlamın önemini yitirmesi’ şeklinde algılanıyor ki, herhalde post-modernizm ile ilgili yapılabilecek en yanlış yorumlardan biri de bu. Kaplan’ın alıntıladığı cümleye bakarsak, Baudrillard’ın “yok ediyoruz” eylemi ile kimi suçladığı meçhul; “insanlığın tek seçeneği” ile neyi kastettiği meçhul; bu kastedilenin hangi bağlamda kullanıldığı daha da meçhul… Oysa post-modernlik zaten bizzat bağlamın gücünü ön plana çıkaran bir yaklaşım, değil mi? Roland Barthes’ın yaptığı “yazarın ölümü” ve okuyucunun yeniden-doğması benzetmesi, zaten okuyucunun zamana-mekana (bağlama) bağlı olarak yorumlama yetisi kazandığı argümanı üzerine kurulmuyor mu? Bu cümleyi Kaplan’ın alıntıladığı yere ve zamana bağlı olarak, Charlie Hebdo Katliamı’na dayalı biçimde okursak, “bugün onu terörle eşleştiriyoruz ama, dünyanın tek seçeneği İslam’dır” gibi bir anlam çıkartmak çok kolay değil mi? İslam, hangi konuda tek seçenek? Ne zaman bir ‘seçenek’ oldu? Karşısına çıkan – ve öyle görünüyor ki galip geldiği – diğer ‘seçenekler’ nelerdi? Bu ‘galibiyete’ kim, nasıl, ne zaman karar verdi?…

Henüz bu sorular yanıt bulamamışken, Kaplan’ın bu kez kaynak da göstererek verdiği bir başka Baudrillard alıntılaması gecikmiyor: “Bir gün beyazlar, beyazlıklarını terk etmek zorunda kalacaklar [; çünkü] felaket yamyamlığıyla dünyayı köleleştirdiklerini anlayacaklar.” (“Karikatür Bir Uygarlık,” Yeni Şafak, 11 Ocak 2015) Kötü bir şaka gibi, değil mi?… Beyazlar kim? Kim onları beyazlattı? Beyazlar felaketlerini kendileri mi üretiyor? Peki ya ‘beyaz-olmayanlar?’ Hiç mi suçları yok? Kimsenin canına kıymadı mı onlar? Hepsi aynı mı bu beyaz-olmayanların? Sarı yok mu içlerinde? Siyah? Mavi? Pembe?… Hiçbir fark yok mu aralarında? Onların felaketlerini kim ‘yiyor?’…

Bu tip “şakacı” durumlarda her zaman aklıma, Gülnur Acar-Savran’ın post-modernizmi “neredeyse bir ruh hali” olarak tanımlaması geliyor… Üstelik kendince bir ruh hali de değil bu, bariz “asalak/parazit” bir ruh hali: “Post-modernizm kendisini bir teori olarak oluştururken kendi karşıtından, modernizm ya da moderniteden beleniyor; onu olumsuzlayarak, yadsıyarak kendini var ediyor. Ancak post-modernizmin besin kaynağını oluşturan karşıtı, büyük ölçüde kendisinin kurguladığı bir karşıt.” Bknz. Gülnur Acar-Savran, Özne-Yapı Gerilimi: Maddeci Bir Bakış, 1999/2004, İstanbul: Kanat, s. 14-16.

Bu “şakacı” örneklere getirilebilecek benzer bir eleştiriyi, post-modern tanımını – “başından beri [modern olanın] içinde var olan bir yenilenme hareketi… gerçeğin parçalanması karşısındaki tepkisini, gerçeğin birliğine duyulan özlemi reddederek gösteren bir akım” – Jean François Lyotard’dan aktaran Perry Anderson’da da bulabiliriz. Siyasal İslamcılar, post-modern olana sarılırken “Gerçek İslam”ın parçalanmış yorumunu, “Gerçek İslam”ın birliğine duydukları özlemi red bile etmeyerek gösteriyor ve belki de post-post-modern bir ‘yorum’ sunuyorlar. Bknz. Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, 1998/2016, İstanbul: İletişim, s. 49.

[14] Yazıyı okuyan değerli bir gelecek-meslektaşımdan, “esas popüler olan, Foucault’yu kullanmanın popüler olmasını eleştirmektir” cümlesiyle özetlenebilecek bir eleştiri aldım. Meramımı anlatmak için, kısa bir not eklemek isterim. Kendisi ve onun gibi düşünenler haklıdır. Sahiden de Michel Foucault bugün akademinin her yanında ‘alıntılanmazsa olmaz’ statüsüne geldi; hemen her makalede onun ismine rast gelir olduk. Foucault’yu okumaya ve anlamaya çalışan biri olarak, bu popülerleştirme harekatının çoğu yanı – özellikle de hayatını mümkün olabilen tüm standartlardan uzak yaşamış bir adamın, muhafazakar çevrelerce sahiplenilmesi – beni rahatsız etse bile; bu yazıda Foucault’nun dokunulmaz olması gerekliliği gibi bir argüman kullanmak istemedim elbette. Buradaki rahatsızlığım, Foucault gibi ekonomi-politiği (bilhassa Amerikan versiyonu ile) neoliberalizm eleştirisine dayalı bir adamın, tüm bu eleştirileri hiçe sayılarak, neoliberalizmin ‘n’sini ağzına almayan kişilerce rastgele alıntılanmasından kaynaklanıyordu. İlgililere, teşekkürlerimle, sunmak isterim… Bknz. Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures At the College de France, 1978-79, M. Senellart (der.), (çev.) G. Burchell, 2004/2008, New York: Palgrave Macmillan, ss. 215-237.

[15] Bu yazının yazılmasının üzerinden neredeyse üç sene geçti ama postmodernlik, muhafazakarlık ve neoliberalizm üçgeninin dünyaya ‘sundukları’ bitmiyor. Konu ile ilgili bir güncelleme olarak Ergin Yıldızoğlu’nun “Dinin Siyasallaşması – Gerçek Postmodernizm” başlıklı makalesi (Cumhuriyet, 30 Kasım 2017), bana göre bu yazıyı tamamlamak açısından son derece önemli.

Comments Off on muhafazakarın charlie hebdo ile imtihanı… veya biraz neoliberalizm alır mıydınız?

Filed under Güncel, Teori

Comments are closed.