Karlı bir sonbahar sonuydu. Zaten 1999 yılının Ekim’i gibi başlayan kar, sonraki yılın Mart’ına kadar sürmüş, Ankara yollarında ve kaldırımlarında kar olmadığı zaman millet şaşırır hale gelmişti. Üniversite hazırlık sınıfında İngilizce öğrenmeye çalışan bendeniz, okul ile ev arasındaki +2 saatlik yolculuk süresini, maksimum seste dinlediğim walkman’im ile kısaltmaya uğraşıyor, günde iki-üç saat durmaksızın müzik dinleyerek kulak zarıma ve benimle aynı otobüse binme şanssızlığı yaşayan kişilere zorlu anlar yaşatıyordum. Klasikler, yeniler, farklı türler; biri walkman’de diğeri çantada en az iki farklı kaset, dönüp durdukları yolculuklarım sırasında beynime kâh mutlu kâh mutsuz girişler yapıyordu.
CD denilen şey hem aşırı pahalıydı hem de bir discman sahibi olmadığım için yolculuklarda dinlememi olası kılmayan bir fizibiliteye sahipti. Dolayısıyla, benim için tek müzik tüketme aracıydı walkman’im ve kasetlerim ve hasbelkader elime geçen CD’lerin akıbeti de bir şekilde kasete aktarılmak ile sonlanıyordu zaten. O soğuk günlerin birinde, muhtemelen Tunalı’daki Dost Kitabevi’nin uyduruk müzik reyonunda ilk kez görüp “bu ne ola ki?” diye merak ettiğim bir CD geçmişti elime. Kıpkırmızı kapağında adeta Pentagram’ın “Anatolia” klibinin geçtiği çorak topraklar üstünde konuşlanıp Freddy Kruger-vari tırnaklı elini gayet davetkâr biçimde uzatan, dikkatli baktığınızda diğer elinde pek de tehdit edici durmayan bir orak tutan, keşişimsi bir abinin olduğu Something Wild (1997) albümüydü bu. Bolca müzik dinlediğim zamanlarda bile kim olduğu, neci olduğu, ne yaptığı, nereden geldiği gibi konularda hiçbir fikrimin olmadığı, gayet dandik ismiyle beni kendisinden ilk anda uzaklaştıran Children of Bodom diye bir grubun bu albümüne pek şans vermemiştim. Çok kısa bir zaman – belki bir ay – sonra ise aynı oraklı abinin bu kez yeşiller içerisinde arz-ı endam ettiği bir başka Children of Bodom albümüyle karşılaştığımda şaşırmıştım. Something Wild’ın 1997 tarihli olduğunu o zaman bilmediğim için, sanki aynı yıl içinde bir albüm daha çıkartmış gibi gelmişti bana Bodom’un Çocukları ve ne yalan söyleyeyim, içimde bu yeni albüme dair de herhangi bir heyecan bulunmuyordu. Kim alacaktı o CD’yi şimdi de gidip kasete kaydedecekti? Gerçi süresi kısaydı albümün ama ya ilk albümdeki gibi hayal kırıklığı olacaksa, buna ayrılacak zamana değer miydi? Daha dinlenecek tonlarca albüm, edinilecek tonlarca klasik varken birtakım Fin gençleri dinlemenin yeri ve sırası mıydı şimdi?
Beni metal müziğe Iron Maiden başlatmıştı. O zengin melodiler, o nefis gitar partisyonları, o enfes vokaller, o inci gibi düzenlemeler ve eşlik edilesi korolar, ben müzik zevkimi “daha sert” işlere kaydırmaya başlasam bile hala çekici geliyordu kulağıma ama bir yanım da “git, uzaklaş buralardan, death metali, thrash metali sev sen” diyordu. Children of Bodom’un bu yeşil albümü, Hatebreeder’ı dinlemeye başladığımda adeta, bu önceki iki cümle birleşiverdi. Iron Maiden kadar melodik ama ondan daha sert soundlu bir müzik vardı karşımda. Başlarda çift gitar sandığım şeylerden bir tanesi gayet de berbat tınlayan – ve hele ki benim o aşırı sert metalci halimle bolca keyfimi kaçıran – keyboardlardı belki ama ne olursa olsun, albümü açan “Warheart”tan kapatan “Downfall”a kadar büyük bir melodi zenginliğine inanılmaz bir katkı sağlıyordu. Üstelik keyboardları ve hatta diğer tüm enstrümanları bariz derecede geride bırakacak kadar gitar-merkezli bir prodüksiyona ev sahipliği yapıyor, baştan sonra “gitar ulan!” diye bağırıyordu. O zamanlar sadece yirmi (sayı ile 20) yaşında olan Alexi Laiho, grupla ikinci albümünü de kendisi yazmış, kendisi yönetmiş, kendisi oynamış ve ortaya bu yaştaki birinin altından nasıl kalkabileceğini hala anlayamadığım inanılmaz zengin bir albüm çıkmıştı – o günlerde “daha on yedi” yaşında olan bana pek bir şey ifade etmese de şimdi anlıyorum ki yirmi yaş, böylesi bir sonuç için adeta bir anomaliydi. Rifflerinden leadlerine, arada yapılan ufacık numaralarından destansı sololarına kadar Hatebreeder, yaptığı müziği çok iyi bilen, düzenlemeden deha seviyesinde anlayan, olağandışı bir gitarist tarafından kotarılmıştı. Sanki karşımızda Dave Mustaine ile Yngwie Malmsteen’in bir karışımı, Jeff Waters’ın çok daha iyi gitar çalan 2.0 güncellemesi duruyordu. Bana hep vasat ve kuru gelen ama simultane çalınan gitarlara nasıl eşlik edebildiğini hiç anlayamadığım vokaller de Alexi tarafından yapılıyordu. Vokal, Children of Bodom müziğinde melodiyi vurgulayan bir başka enstrüman olmanın ötesine hiçbir zaman geçmeyecekti. Bodom demek gitar demekti ve burada kulağa gelen her şey, gerçek anlamda bir dehanın ürünüydü.
“Warheart”ta kocaman rifflerini bir yavaşlatıp bir hızlandıran, ortaya değme “shredder”a “oha!” dedirttirecek kadar iyi bir solo sıkıştıran Alexi, “Silent Night Bodom Night” ile Children of Bodom kariyerinin en iyi bestesini ortaya koyuyordu. Son bir dakikasındaki gitar-keyboard atışmasını kaç kez dinlemiş olduğum hakkında fikir dahi yürütemeyeceğim albümün isim şarkısı “Hatebreeder” ise neo-klasik müziğin power metal ile karşılaştığı en muazzam şarkılardan biriydi. Gizemli keyboard dokunuşları üzerinde Fin usulü kaykay yapan “Bed of Razors,” o dönem inanılmaz bir popülarite kazanan senfonik black metal gruplarının belki de hep yapmak istedikleri ama hiç beceremedikleri bestenin ta kendisiydi. “Towards Dead End,” bir alakasız alttürden bir başka alakasız alttüre nasıl geçilebileceğinin, aynı soundu korurken black metalin nasıl neredeyse-punk bir hale getirilebileceğinin kısa dersi gibiydi. Punk etkilerini groove ve rock soundu ile bulamaç ederek devam ettiren “Black Widow,” Children of Bodom diskografisinin en kadri kıymeti bilinmemiş parçalarından olacaktı. “Wrath Within” ile Alexi, en başta dikkatimi çekmiş Iron Maiden benzerliğini en yüksek düzeye taşıyor, Maiden’ın kısa ve vurucu rock marşlarına benzer bir beste ortaya koyuyordu. Grubun sadece ismini değil, belki de bütün külliyatını referans alan “Children of Bodom,” delişmen power chordların, sweep pickinglerin, arpejlerin, koroların, lead melodilerin birbirini kovaladığı, sonuna doğru soundu iyice sertleştirirken neo-klasik diyarlara da bir başka selamın çakıldığı muhteşem bir besteye ev sahipliği yapıyordu. Albümü sona erdiren “Downfall” ise Alexi’nin bir diğer (ve benim çok daha fazla sevdiğim) grubu olan Sinergy’nin “Virtual Future” şarkısının başında da bir benzerinin olduğu müthiş gitar numarasıyla açılıyor, bir şarkı içinde bir gitarın yapabileceği hemen her numarayı son derece uğursuz bir atmosfer üzerinde sergiliyor ve albüme nefis bir kapanış yapıyordu.
Sözü daha fazla uzatmaya hiç gerek yok, Hatebreeder sadece Children of Bodom tarihinin en iyi albümü değil, 1990’lar ve hatta 2000’lerin ilk başındaki melodik metal türevleri (heavy, death, thrash, black, vd.) için de bir referans noktası; çok basitçe özetlenecekse, bir başyapıt!
Bodom’un Hatebreeder sonrasındaki kariyeri – Hate Crew Deathroll (2003) istisna – beni hiç tatmin etmedi. Grubun fan kitlesi, tıpkı Arch Enemy’ninki gibi, “ergenleştikçe” ben gruptan soğudum; albümlerin hepsine bir-iki döndürmelik şanslar da tanıdım ama bir ihtimal son Bodom işi Hexed (2019) dışında, bu döndürmelerim fazla iç açıcı olmadı. Belki de grubun müziğinin kendini tekrar etmeye adeta mahkum bir kısırlıktan mustarip olmasıydı bunun sebebi ama sonuçta aramızdaki kara kedi – kedim fobim de işin içine katılırsa – Afrika’daki uzak kuzenleri boyutuna vardı. Bu süreçte Bodom hem Uzakdoğu pazarında hem de Amerika pazarında ciddi isim yaptı, iyi paralar kazandı. Grubun kadrosu kurulduğundan, hatta ilk hali Inearthed’dan, beri aynı isimleri barındırdı – Finlandiya’nın efsanevi grubu Stone’un gitaristi ve Alexi’nin idolü Roope Latvala, Sinergy’den sonra Bodom’a da Alexander Kuoppala yerine katılmıştı sadece. Ama her uzun ömürlü ilişki gibi o da tatsızlıkla sonuçlandı. Önce Roope gruptan ayrıldı/atıldı. Sonra Alexi ile diğer elemanlar (Henkka Blacksmith, Janne Warman ve Jaska Raatikainen) arasında uzunca süredir devam eden kavgalar artık katlanılamaz bir hal aldı ve 2020 itibariyle Children of Bodom – hem de isim hakları Alexi’den alınarak – tarih sayfalarına gömüldü. Alexi yola Bodom After Midnight isimli yeni bir proje ile devam edecekti. Öyle ki, hızlı bir beste sürecine bile girdi, yeni grubunu kurdu, albümün demolarını tamamladı; 2021’de bu isimle ilk albüm çıkacaktı…
… ta ki, her şey 4 Ocak 2021 tarihinde yerle bir olana kadar. Alexi ölmüştü.
Nedeni, niçini, hastalığı-sağlığı… Hiçbirinin bir önemi yok. 1979 doğumlu bir adam, küresel bir salgının tam ortasında, pek de rock’n’roll olmayan bir biçimde, arkasında farklı gruplarla yaptığı on altı adet albüm ve bir sürü güzel hatıra bırakarak dünyadan ayrıldı. Sinergy diskografisi benim için her zaman Alexi’nin yaptığı en iyi işler olarak kalacak ama onu ve müziğini en iyi biçimde tanımlayan albümün Hatebreeder’dan başkası olduğunu hiç sanmıyorum. Dehasıyla, yeteneğiyle, bana bıraktığı her şeyle, büyük bir özlem ve büyük bir hayranlıkla anıyorum Alexi’yi. Bu yazı, ona olan saygımın küçük bir göstergesi olur umarım.
İyi ki vardı.