leprous – malina (2017)

Mastodon’un muazzam albümü Once More ‘Round the Sun (2014) yorumumda, “hala aktif olan ve aynı anda hem bugünün hem de geleceğin müziğini şekillendiren altı grup var: Rush, Radiohead, Tool, Porcupine Tree, The Mars Volta ve Meshuggah” demiş, söz konusu albüm ile birlikte Mastodon’un da artık bu gruplar arasına katıldığını düşündüğümü yazmıştım.

Haklı çıkıp çıkmadığım bu kadar kısa bir süre içinde belli olmayacak olsa da son bir yılda belirlen bazı ibareler, Mastodon’un açtığı yolun şimdiden bolca ziyaretçisinin olduğunu kanıtladı bile.

Formülümüz basit: Seni dünyaya tanıtan, zaten yapmakta olduğun müziğe ait ürünler vermeye devam et; bunu yaparken de işin içine biraz pop sosu bulaştır. Ama öyle laf olsun torba dolsun pop olmasın bu.. bolca 1980’ler, bolca synth-imsi etkiler, bolca midi gitarlar, bolca kolay ulaşılabilir nakaratlar… Steven Wilson’ın To the Bone (2017) albümünü dinlerseniz, söylemek istediğimi kolayca görebileceksiniz; en kalitelisinden, en besbellisinden…

Leyleklerin kendisini underground sahneye getirdiğinden beri dinlediğim Leprous da son albümü Malina ile bu formülde bir yolculuğa çıkmışa benziyor. Façayı düzelttikleri Coal‘da (2013) muhtemelen son “progressive metal” ürününü veren grup; sonrasındaki The Congregation (2015) ile progressive elementinden uzaklaşmıştı, bugün ise progressiveliği tamamen bırakıp metallikten uzaklaşıyor… Malina bazı enfes şarkıların olduğu, kolayca ulaşılabilen, kolayca tüketilebilen, geçmişe referansları ile eski dinleyicileri sarmalarken, MTV model şarkı formülleriyle yeni fanlara hitap eden iyi bir albüm.

[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=gx_VUb9Bd5c[/embedyt]

Açılışı yapan “Bonneville,” jazzy davul partisyonlarının üzerine eklenmiş Al di Meola arpejlerinin ruhunuza işlediği; artık Leprous’ı kendi solo projesi olarak kullanan Einar Solberg’in “anjelik” vokaliyle şakıdığı “the sound of distant voices / trying to reach out / the sound of distant voices / but the words are withering” dizelerinin en duygusuz insana bile gözyaşı döktürebileceği bir başyapıt olarak kulaklarımıza hücum edince, sanki her şeyin “tam da Leprous’tan beklendiği gibi” olduğunu düşünüyorsunuz. Ancak önce kısaltılmış versiyonunun single olarak seçilmesinden kendini belli eden, sonra ise Jackson gitarların yerlerini Fender’lara bırakmasıyla puzzle’ı tamamlayan “Stuck,” bize işlerin artık Leprous cephesinde aynı gitmeyeceğini bildiriyor. Aynı midi gitar tonu tüm albüm boyunca yakalanıyor ve metal müziğin kulağı rahatsız edebilecek her türlü detayı Malina‘dan, hatta Leprous müziğinden, soyutlanmışa benziyor. “From the Flame”in başlangıcı, yine Solberg kartını “yok artık olamaz” dedirtecek kadar başarıyla oynuyor. Albümü dinlemeyi bitirdiğinizde bile aklınızda kalacak “you’ll find me here / when I am gone / where I made my surrender / from the flame” sözleri, grubun nakarat yazımı konusunda ne kadar ustalaştığını gözler önüne seriyor. Ardı sıra gelen “Captive,” “Illuminate,” “Leashes” ve “Mirage” yine aynı formülün takip edildiği, müthiş vokal oyunları ve patlayıcı bölümler ile öne çıkan şarkılar oluyor. Tüm bunların arka planında, The Congregation‘daki yapay tonunu düzeltmiş şekilde karşımıza çıkan Baard Kolstad’ın davulları, süper aksak, anormal teknik vuruşlarla, şarkıların “düz”lüğünü bozmak için iliştirilmişe benziyor. Şarkı süreleri eskiye oranla kısalıyor ama daha net, daha kolay ulaşılabilir ve çok daha formülize yapılar hangi şarkının nerede başlayıp nerede bittiğinin anlaşılamadığı bir yapı meydana getiriyor.

Albümün son dört şarkısı, “Malina,” “Coma,” “The Weight of Disaster” ve “The Last Milestone,” albümdeki progressivelik seviyesini yükseltmek için yazılmışa benzeseler de, adeta albümü ortadan ikiye ayırıyor ve on bir şarkıdan ibaret albümün, iki uzun şarkıya bölünmüş gibi görünmesini engelleyemiyorlar. “Coma”nın sıradanlığını, Kolstad’ın Gene Hoglan-vari atomik çift krosları bile kurtaramıyor. “The Weight of Disaster,” Amerikan rock-metal piyasasına hitap etmek için yazılmış bir riff ile başlıyor; yükseliyor, alçalıyor, sonra tekrar yükseliyor… Ama ağızda kalan tat hep aynı oluyor. Hele bir de albüme bonus olarak eklenen ve feci şekilde caza özenip sıradan pop-rock’a kayan ve sonuçta sadece ucube gibi kalan “Root” gelince, Leprous’ın sanki “ne yaptığımızı bilemedik ama şarkı da boşa gitmesin diye ekledik” haykırışları yakından duyulmaya başlıyor.

[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=Tl4gwOMrJiQ[/embedyt]

Hiç kimsenin hiç kimseye ne tür müzik yapması gerektiğini söyleme hakkı yok. Grupların tür değiştirmesini “ihanet” gibi başlıklar altında değerlendirme ergenliğini aşalı da çok oluyor… Ancak önümdeki Leprous albümünün, bundan üç-dört yıl önce Leprous’tan beklentilerim ile herhangi bir ilgisi olmadığını söylemek de boynumun borcu bence. Bu albümün Leprous’tan götürdüğü progressive’lik – yalnızca aksak davul ritmlerine ve arada sırada giren atmosferik pasajlara progressive diyorsanız, sorun yok tabi ki – hatta onun yerine sürekli kendi geçmişine yaptığı referanslarla sağlanan “regressive”lik, rock tabanlı müziği synth-popa dönüştürme çabası, neredeyse sadece vokaller üzerine oynanan müzikal kart ve istisnasız her şarkıda tekrar edilen formül, beni mutlu etmiyor. Tatminsiz bir dinleme seansı dışında, elime hiçbir orijinal şey geçmiyor.

Regressive pop-rock, Leprous’ı mainstream sahada mutlu ve zengin edebilir ama ben artık ne zaman Leprous dinlesem kendimi eski bir keşfini pavyonlarda kaybetmiş Muhsin Bey olarak görüyor, hüzünlere boğuluyorum. Kim bilir belki de olan biteni çok romantize ediyorum ama galiba Leprous’ı artık o kadar da umursayamıyorum…