Otuz bir yıl, on iki albüm, yüzlerce konser, binlerce hayran…
Doksanlar İsveç’inin sularına ne katmışlardı bilmiyorum ama her kim o Styx’in sularından demlense, ortaya dinlemeye değer bir şeyler çıktığı malum. Çoğu insan “İsveç melodik death metali”nin kurucusu olarak At the Gates’i gösterse de, gerçekte 1989’da – At the Gates’ten bir yıl önce, Septic Broiler adıyla – kurulan Dark Tranquillity, bu türün belki de kurucu hareketiydi ama daha önemlisi, geriye dönüp bakıldığında, muhtemelen hala en (tek?) sadık üyesi.
2016 albümleri Atoma için yazdığım yazıda belirtmeye çalıştığım gibi, “kendisine ‘progressive’ (ilerlemeci) sıfatı veren grupların temel iddiası, belirli bir müzik türünde, o türün formüllerine sadık kalarak sürekli bir ilerleme, gelişim göstermekse, dünyanın en progressive gruplarından biri kesinlikle Dark Tranquillity olmalı!” (Muhtemelen hiç savaş görmemiş coğrafyalarda yaşadıkları için) birçok insana göre son elli yılın en uğursuz senesi olan 2020’nin Kasım’ından beri dönüp duran yeni Dark Tranquillity albümü Moment, benim için bu iddiamı onaylama misyonuyla öne çıkıyor.
Grubun iki kurucu elemanı, gitaristleri ve bestecileri Martin Henriksson ve Niklas Sundin’in çeşitli gerekçelerle “aflarını istediği” Dark Tranquillity’de işler, adeta bir gelenek çerçevesinde kusursuzca devam ediyor. Henriksson ve Sundin’in yerine gelen (eski Arch Enemy ve Armageddon gitaristi) Christopher Amott ile (Andromeda gitaristi) Johan Reinholdz, önceki gruplarında yaptıkları işleri ters yüz edebilecek Dark Tranquillity projesine hiçbir şekilde sırıtmadan adapte olmuşa benziyorlar. Burada ne Amott-kardeşlerin alametifarikası olan tek melodi üzerinde power chordlar basma numaraları ne de Andromeda’nın teknik gitar işçiliği duyuluyor. Grup, otuz yıl üzeri tecrübesini ve zanaatkarlığını, sanki aynı atölyede yıllarca çıraklık/kalfalık yaptıktan sonra nihayet ustalık unvanını vermeye layık gördüğü kişiye bahşeder gibi devretmeyi başarmışa benziyor. Hiçbir Dark Tranquillity albümünde duymadığımız sayıda ve uzunluktaki gitar soloları, en azından şu an için, önceki gitaristlere göre teknik kapasitesi çok daha yüksek olan Amott-Reinholdz ikilisinin kendilerini göstermeleri için açılmış yeni pencerelere işaret ediyor. Hiç şüphem yok ki, eğer kadro bu şekliyle devam ederse, gelecekteki albümlerde hem gitar-merkezlilik hem de bestecilik anlamında bu ikilinin görevleri çok daha artacak ve Dark Tranquillity soundu, hiç kimseden esirgemediği ‘ilerlemeciliği’ onlar üzerinden de devam ettirecektir.
Niklas Sundin, gruptan gitarist olarak ayrılmış olsa da senelerdir yaptığı albüm kapağı tasarımına (ne mutlu bize ki) Moment’ta da devam ediyor ve albüm, her şeyden önce mükemmel kapağı ile dinleyicisine vaat ettiklerinin nefis bir özetini sunuyor. Karanlık ve dalgalı bir dünyada üzerine vuran güneş ışıkları sayesinde çevresinden izole olmayı başarmış yalnız bir insan, Dark Tranquillity’nin yakaladığı “an”ın aynı zamanda hem karamsar hem de umutlu havasını sezdiriyor. Ve albüm, kendi açılışını, söz konusu güneş ışıklarının bolca vurduğu “Phantom Days” ile yapıyor. Albüm boyunca istikrarlı biçimde tınlayan Atoma ve Haven (2000) arası soundu en iyi yansıtan şarkılardan biri olan “Phantom Days,” “ben gözlerim, etkili ve tarafsız olsun isterken; duygusal olanı ve abartılmış inancı kayıran günlerden” geçen hepimizden dem vuruyor. Mikael Stanne, bilmiyorum söylememe gerek var mı ama, yine ve yeniden bu türün en iyi vokalisti olduğunu cümle âleme ilan ediyor. “It does not make it any less real, once you feel it” derken, adeta size içindeki tüm duygularını hakiki hissettirecek kadar güçlü ve etkili bir büyüden yararlanıyor. İkinci sıradaki “Transient,” gruba Haven albümü ile resmen dâhil olan ana-besteci Martin Bråndström’ün klasik transpoze numaraları ile öne çıkıyor. Sıradaki “Identical to None” ise sanki “Stanne söylesin ve herkesi hipnotize etsin” diye yazılmış, “what should have been said, what should have been done” tekrarları ile albümün tartışmasız hiti oluyor. 02:10 civarında giren taramalı gitarlar, grubunun The Gallery (1995) günlerini akla getiriyor. “The Dark Unbroken” ile albüm ilk defa yavaşlıyor. Elektronik sample’lar üzerine şakıyan Stanne, gerçekten de “içeriden dışarıdan [her şeyi] yakmaya” ant içmişe benziyor. Şarkıdaki görece uzun Amott solosu şarkıya, önceki Dark Tranquillity işlerinde bulamadığımız yeni bir boyut ekliyor. Beşinci sıradaki “Remain in the Unknown” – albümün ortalarına geldiğimiz bu noktada – soundun yumuşaklığında bir değişiklik yapmazken, havanın karamsarlık seviyesini arttırıyor. “Aklın ve mantığın bilinmezde kaldığı” umutsuz dünya, “Standstill” ile sertleşip güçleniyor. “Bulunduğumuz yerde yabancıyız; bunu sonsuza kadar unutması gereken ben miyim?” diye soran Stanne’in yardımına ise sıradaki şarkı “Ego Deception” koşuyor. Albümün en sert tonlarından bazıları, staccato riffler eşliğinde Atoma topraklarından ses veriyor. Albüm bu aşamada, özellikle de ilk birkaç dinleyişinizdeyseniz, sanki bir tekrar sıkıntısı yaşarmış hissettiriyor. Ancak, albümü dinleme sayınız arttıkça, aslında belli bir patern çerçevesinde, belki de en doğru sırada ilerlediğinizi hissediyorsunuz. Kocaman riffleri ve davullarıyla – ki Anders Jivarp bu albümde bence Atoma’nın biraz altında kalan bir davul performansı gösteriyor – “A Drawn Out Exit” albümün karamsar ufuklarını iyice genişletirken, hemen ardından gelen “Eyes of the World,” Pentagram’ın Unspoken (2001) albümünden fırlamışa benzeyen açılış riffleri ve upuzun solosu ile bu ufuklarda birikmiş kara bulutları dağıtıyor. Kapak resmindeki yalnız insanın üzerine düşen ışık, bu şarkı ile birlikte sanki “aydınlanmış insanın” doğumunu müjdeleyecekmiş gibi kendini yeniden hatırlatıyor. Yine de bu beklenti fazla uzun zaman geçmeden kayboluyor. “Failstate”in gitarlarında geri gelen ve Stanne’ın “to the tune of apocalypse” tekrarlarının üzerine düşen sert melodiler, karanlığın dağılmaya o kadar da gönüllü olmadığına işaret ediyor. Bir başka uzun solo ve lead melodisi, Amott’u daha önce dinlemiş herhangi birinin yanılamayacağı kadar Armageddon albümlerini andırıyor. “Empires Lost to Time,” bu karamsar yenilmişliği kabullenen sözlerine rağmen, görece-aydınlık bestesi ile şaşırtıyor. Anders Iwers’in bas gitarı, albümde ilk defa bu kadar dominant bir rol oynuyor. Yine de 01:20 ile 02:05 arasında üç kez değişen beste yapısı, bu şarkıda Dark Tranquillity’nin hedeflediği şey konusunda kafaların biraz karışık olabileceğini gösteriyor. Nitekim albümün normal versiyonlarını kapatan “In Truth Divided,” son üç şarkının araya girmesinden önce dinleyiciyi ağırlığı altında ezmeye başlayan karamsarlığa adeta zirve yaptırıyor. Stanne’ın “kendimi yeniden kaybettim; sözcükler yetmediğinde ve zaman da hiçbir şeyi iyileştirmeyince…” sözlerinin hakkını, ağır ağır ilerleyen bestesi ile veriyor. Albümün limited edition baskılarında bulunan iki şarkı, “Silence As A Force” ve “Time in Relativity,” gerçekten de albümde hangi şarkıların arasına serpiştirilebileceği bilinemeyecek derecede, albümün genelinden farklı karakterde tınlıyorlar. “Silence As A Force,” tıpkı “Phantom Days” gibi ana bir melodi üzerinde ilerleyen ve grubun We Are the Void (2010) günlerini hatırlatan bir görünümdeyken; “Time in Relativity,” kimi yerlerde bir Dark Tranquillity bestesinden çok, marş-vari bir Amon Amarth şarkısına benziyor. Çoğu forumda, bu iki şarkının, albümdeki ana şarkılardan daha iyi olduğu yönünde bir konsensüs varmış gibi gözükse de, açıkçası ben bu şarkıların, albümü olduğundan daha “aydınlık” bir havaya sokabilme potansiyelleri yüzünden dışarıda bırakıldıklarını ve bu çerçevede albüme alınmamalarının doğru bir karar olduğunu düşünüyorum.
Sonuç itibariyle Dark Tranquillity, dört yıl sonra yaptığı geri dönüşte, Atoma gibi çok iyi bir albümün gerisinde kalmıyor, kalmadığı gibi kendi müzikal ‘ilerleyişine’ de yeni bir çentik atmış oluyor. Şahsen yıllar içinde Atoma’ya daha sık geri döneceğimi ve oradaki bazı şaheser şarkıların eksikliğinin Moment’ta hissedildiğini düşünüyorum ama açıkçası Moment’ı ne zaman yeniden dinlesem, daha fazla noktasını sevdiğimi ve belki “bütün bir albüm” olarak zamanla Atoma’nın bile önünde değerlendirebileceğimi düşünüyorum. Albümün özellikle Dark Tranquillity ile belli bir geçmişi olmayanlardan ziyade grubu zaten takip edenlere hitap ettiğini ve alışmak için biraz zaman talep ettiğini belirterek, son sözü Mikael Stanne’a bırakıyorum:
“Ateşe doğru yürü
Fırtınaya doğru yürü
Gitgide çoğalan cehaletle
Sessizliğin gücünü kullanarak yüzleş.”