Yirmi beş yılı aşan kariyerinde, yalnızca ikinci defa bir seneyi (2008) boş geçen Devin Townsend, bu periyodu ‘arınma’ diye adlandırıyordu. Bu, gerçekten de bir ‘arınma’ydı çünkü, kendi ifadesine göre, Devin ilk defa alkol, uyuşturucu(lar), sigara(lar) veya farklı keyif verici madde(ler) olmadan, bir projeyle ilgileniyordu. Tracy’sine yazdığı şarkılar (“Away”), baba olma isteğini cümle aleme dinlettiği besteler (“Babysong” – “neden bir bebeğimiz olmuyor… babalık tüm hataları doğruya dönüştürür”), anlaşılan o ki sonuç vermişlerdi, çünkü Devin artık yalnızca müzik aleminin değil, Reyner Liam Johnstan’ın da babasıydı ve bu ‘kendini-keşfetme’ periyodunda, şu anda altı yaşında olan o ufaklığın da payı büyüktü.
2008 yılında artık Strapping Young Lad de, The Devin Townsend Band de yoktular… Blabbermouth’a konuşan Devin, her iki grupla da geçirmesi gereken zamanın, harcanması gereken enerjinin, ispatlanması gereken yeteneğin ve dışa vurulması gereken öfkenin miadının dolduğunu, bundan sonra başka müzisyenler, başka müzikler ve başka fikirlerle yeniden doğmanın sırasının geldiğini söylüyordu. Yine Blabbermouth’ta yayınlanan bir sonraki ropörtajında ise 2009 yılında piyasaya çıkartmayı düşündüğü dört albümlük bir projesinin (Devin Townsend Project) olduğunu, ilk albümünün adının Ki, ikincisinin Addicted, üçüncüsünün Deconstruction, dördüncünün ise Ghost olacağını açıklıyordu. Bu dört albümde de, farklı müzisyenlerle çalışacak, farklı müzikler ortaya koymaya çalışacaktı. Ve hepsinden önemlisi, bu dört albümde de, tamamen ‘clean’ (arınmış) olacaktı. Bunun kendisi için gerçek bir mücadele olacağını ve bunu şimdiden sabırsızlıkla beklediğini belirtiyordu. Tıpkı, fanlarının onu beklediği gibi.
Baştan belirtmeliyim ki 2009 Mayıs’ında piyasaya çıkan Ki, gerçekten de bir ‘arınma’ sürecinden çıkmış gibi duran; bundan önceki Devin Townsend albümlerine çok az benzeyen – hatta istisnasız tüm albümlerin içerdiği ‘sertliği’, ‘şiddeti’, ‘öfkeyi’ ve ‘hız’ı neredeyse hiç içermeyen – ve kesinlikle ‘deneysel’ tarzda hazırlanmış, apayrı bir albüm. Devin, ufak bir iki yerde çığlıklarını – onlar da çok çok derinlerden gelmek üzere – açığa çıkarıyor; davul çok çok az yerde çift cross namına bir şeylere bulaşıyor; gitarlar minimal düzeyde distortion içeriyorlar; ve hepsinden çok daha ilgi çekici olanı, neredeyse bütün şarkılar, an gelip ‘patlama’ yapacak gibi oldukları yerlerde, bir anda ufacık gitar notalarına, derinden gelen seslere, minik sololara veya fade-out’lara dönüşüyorlar – neredeyse dinleyenin yüreğini ağzına getiriyor, ağzına bir parmak bal çalıyor ama hiçbir şekilde sertliğe bulaşmıyorlar. Devin’ın bulduğu müzisyenler bir kez daha çok başarılılar. Aslen bir caz/rock bateristi olan ve zamanında Jimmy Hendrix ile bir jam-session’a katılmışlığı vuku bulan Duris Maxwell, sağlam tuşesi, enfes temposu ve kesinlikle çok şık duran atakları ile göz dolduruyor. Büyük bir ihtimalle Devin’ın yazdığı notaları çalıyor olsa da, bas gitarist Jean Savoie hiçbir şekilde sırıtmıyor ve bir kaç şarkıyı taşıyan, sürükleyen bası ile yeteneklerini sergiliyor. Bir kaç şarkıda sesini duyursa da, eğitimli bir blues vokalisti olan Ché Dorval, bayan vokallerin de Devin Townsend müziğinde yerinin olduğunu ispatlıyor, şarkılara çok değişik bir hava katıyor. The Devin Townsend Band’den kalma Dave Young ise keyboardları iyice geriye çekilmiş duran Devin Townsend müziğinde hala bir yeri olduğunu gösteriyor; bazı yerlerde Ocean Machine’e kayan keyboard nameleri ile de kendisine duyulan sempatiyi artırıyor. Fakat müzisyenlik konusunda, üzerinde daha fazla durulması gereken kişi, bir kez daha Devin Townsend’ın kendisi oluyor. Kendisinin de belirttiği gibi, gitar çalış stilinden, vokaline; hatta beste yapılarından bulduğu melodilere kadar değişen bir Devin Townsend var karşımızda. Albümde en başarılı olduğunu düşündüğüm yan olan gitarlarda, bugüne dek hiçbir Devin albümünde kullanılmadığı sıklıkta kullanılmış arpejler, minik ve çok güzel melodilerden oluşmuş sololar ve kesinlikle oraya buraya serpiştirilmiş mükemmel clean riffler ile Devin resmen yepyeni bir gitariste dönüşmüş gibi duruyor. Bazıları, Ki’yi “multi-disiplinli ve ultra-yaratıcı” diye tanımlıyorlar ise bana göre bunun altında yatan neden işte bu gitarlarda saklı. Ayrıca çok daha gerilere itilmiş klavyeler, neredeyse minimumda seyreden sample’lar ve adeta bir gitar gibi şarkıları taşıması amacıyla yazıldığı sezilen bas riffleri ile Devin, aslında müzikal yaratıcılığı konusunda da yepyeni denizlere açılabileceğini gösteriyor. Sözün özü, bugüne de Devin Townsend’a ait herhangi bir albümü dinleyip beğenenleri de, ondan nefret edenleri de yeni, farklı, kesinlikle bambaşka bir Devin Townsend ürünü bekliyor. Daha fazla rock, daha fazla müzisyenlik, daha fazla sükunet ve daha fazla gitar…
Albümü açan enstrümental “A Monday”, aslında ismiyle de, müziğiyle de albümde karşılaşılabilecekler hakkında bir fikir veriyor. İlk bakışta, “Olives” ile açılan Terria albümüne benzer bir şeylerin geleceğini belli ediyor gibi gözükse de, Terria’dan çok daha ‘aklı-başında’ bir albümü de müjdelemeden geri durmuyor. ‘Bir Pazartesi’ gününden beklenilmesi gereken her şeye – ne eksik, ne fazla – sahip ve güzel bir ısınma… Ardından gelen “Coast” ise, bana göre hem bu albümün en iyi şarkısı hem de ayrıcalıklı Devin Townsend diskografisinin en başarılı dakikalarından biri. Bu kadar iddialı bir sözü söylemek bana da pek akıllıca bir hareketmiş gibi gelmiyor ama şarkıyı kafamda deşifre ettiğimde, benim gibi bir müzikseveri tatmin etmemesi imkansız bir beste ile karşı karşıya olduğumu da rahatlıkla görüyorum. Şarkı kısa bir sample ile açılıyor. Sanki yakınlaşan ya da henüz yeni yanınızdan ayrılan bir tren sesine benziyor duyduğumuz ama bundan emin değilim. Otuz altıncı saniyede sesini ilk kez işittiğimiz Devin, bugüne dek kendisinden hiç duymadığımız bir sakinlik ve ses tonunda, insanın içini rahatlatan bir şeyler fısıldıyor sanki: “Bu şekilde gidiyorsa, bu şekilde gidiyordur… Ben gitmeye hazırım.. yani git… sen git…” İşte tam bu anda giren sesler, daha ilk anda beynimizi hipnotize eden gitar melodilerinin aslında ne kadar etkili olduğunu hatırlatıyorlar. Devin, bugüne dek çaldığı en rock, en Radiohead-vari, hatta bazı bazı en Tool-vari melodilerini bir araya getiriyor. Ortaya, tüm müzik tarihinin en iyi bestelerinden biri çıkıyor. Ve şanslıyız ki, şarkı daha yeni başlıyor. “Senin eşyalarını aldılar ve sahile doğru yola çıktılar… Hayatta en çok ihtiyaçları olan şeyi inkar ettiler… Aşkın unutulmuş çocuğu… Vahşi hayata doğmuş… Sahile gel… Sahile gel… Sahile gel… Sahile gel, o seni bulacak…” Bu satırların altına döşenmiş gitarlar gerçekten de bir Tool şarkısını andırıyor ama çok daha çiğ, çok daha işlenmiş ve tuhaf ama çok daha ‘gerçek’ gibi geliyorlar kulağa. “California’nın ışıltısından Toronto’nun buzullarına düşen herkes bunu bilmeli… Ben unuttum şimdi… Sen göstermez misin ki bana?… Gel…” Ve işte belki de her şey burada başlıyor. “Yani kaç… Kaç buradan… Sadece kaç buradan… Sadece kaç buradan sevgilim… Çünkü aşkın unutulmuş çocuğu… Vahşi hayata öyle bir gidiyor ki… Gel… Biri beni aldı, kaçırdı… Bir şey beni kontrol ediyor…” Dört dakika otuz beş saniye süren şarkının son bir dakikası, sanki bir Ocean Machine bestesinin, bir Strapping Young Lad şarkısına dönüşmesine şahit oluyormuşuzcasına sürükleniyor. Ama beklenen olmuyor. Devin tam da delirecekken bir anda sakinleşiyor, ehlileşiyor, evcilleşiyor. Ya da yaptığı her neyse, eski Devin’a hiç benzemiyor. Ve ironik bir şekilde, en az eski Devin kadar etkiliyor insanı. “Coast”un fade-out’unun arkasından gelen “Disruptr”, “beklemekten, silinip gitmekten yorulmuş, depresyona girmekten hasta olmuş” bir adamın psikolojisini andıran sözleri, “Coast”a son derece uyumlu devam eden müziği, ve 01:50 civarlarında giren kısacık-brutal vokali ile, bir Devin Townsend şarkısından çok, yavaşlatılmış bir Annihilator şarkısını andırıyor. 02:45 dolaylarında giren “ben buralardan geldim; evrenin hakimi… ve bunlar için zamanım yok… sizin evreninizin semptomları… kafa dağıtıcıları…” kısmı ise sanki bir Ziltoid the Omniscient şarkısı dinliyormuşuz izlenimini veriyor. Albümdeki en Devin-vari kısımları da, bu mısralardan sonra gelen vokaller alıyor zaten. Şarkı tam en sert haline geçecekmiş gibi bir izlenim verirken, benzer bir melodi ile yola çıkıp, bizi bir kez daha albümün özüne ve sükunetine döndüren, üçüncü şarkı “Gato” oluyor. “Disruptr” ile “Gato” arasındaki organik bağ, daha ilk saniyelerden kendisini belli ediyor. İki şarkıda yer alan melodilerin uyumunu, güzel bir biçimde, koparan ise 01:43’te giren bayan vokaller oluyor. Üstelik Devin da bu vokallere, scream/clean karışımı vokalleri ile eşlik ediyor. 03:00’dan sonra kopan şarkıyı, eski haline ve minvaline sokan ise 03:25’te giren Tool’umsu gitar riffleri oluyor. 04:40 ve sonrasında bir kez daha coşacak gibi olsak da, tıpkı “Disruptr”da olduğu gibi, bir defa daha, bir sonraki şarkının ilk saniyeleri itibariyle özümüze dönmüş oluyoruz. Sıradaki şarkı “Terminal” ile iyice atmosferik rock’a kayan Devin, son derece güzel bir gitar arpejinin üzerine kurulu bu şarkıyı, fısıldarmışçasına yaptığı vokalleri, güzel sözleri ve Porcupine Tree-vari soloları (ve hatta atmosferi) ile daha önce denemediği sularda yüzüyor ve hayatta kalmak şöyle dursun, sörf tahtasındaki akrobasisi ile göz dolduruyor. Yaklaşık yedi dakika süren bu serüveni noktalayan ise albümün en-Devin-vari şarkısı olan “Heaven Send” oluyor. Benzer isimli Konkhra şarkısı ile alakası olmayıp neredeyse %100 pop bir müziksel fikri, bolca agresif vokal ve gitar ile süsleyen Devin, albümdeki en değişik, en materyalist(!) ve en beklenen şarkıyı oluşturuyor. Şarkının ikinci dakika ve elli sekizinci saniyesine dek katman katman ilerleyen Devin-vokallerine eklenen bayan vokaller ve hemen ardından gelen scream vokaller ile “Gato”ya da selam çakan “Heaven Send”, sözleri ile Terria’ya, gitar solosu ile de önce Pink Floyd’a, akabinde de Steve Vai’e referans veriyor. Biraz fazla tekrarlı olması dışında kusuru olmayan bu şarkıdan sonra, albümde yalnızca Devin’a ait olmayan iki besteden (tüm elemanlarca katılınan bir jam-session ürünlerinden) biri olan, enstrümantal “Ain’t Never Gonna Win…” geliyor. Devin’ın solo gitarı bu kez cidden blues’a, hatta Stevie Ray Vaughan’a kayıyor. Basit bir melodi, sağlam bir müzisyenlikle besleniyor ve ortaya son derece rahatlatıcı bir şarkı çıkıyor. Albümün sekizinci şarkısı “Winter”, bana göre “Coast”tan bu yana dinlediğimiz en iyi şarkı oluyor. “Nasıl olur da kış ayırabilir?” diye devam eden ve gerçekten olağanüstü bir atmosfer yaratan bu mükemmel beste, Devin’a ait en değerli hazinelerin arasına giriyor. Bir kez daha Porcupine Tree-havasını soluyor, yine aynı diyarlardan Radiohead’e (ilk halleriyle) ‘merhaba’ diyoruz. 02:53’te giren sample’larla Ulver’ın (Perdition City albümünden) dahiyane şarkısı “Porn Piece or the Scars of Cold Kisses”taki (02:35’ten sonra başlayan) olağanüstü elektronik kısmı hatırlıyor, mutlu oluyoruz. Chill-out böyle bir şey olsa gerek diye iç geçirirken bizlere selam gönderen “Trainfire” ise, tam anlamıyla şok edici Elvis Presley vokalleri ile açılıyor ve Pink Floyd’un (Dark Side of the Moon albümünden) “Brain Damage”-ımsı (ki o da The Beatles’dan “Dear Prudence” afırtması olduğundan, Beatles-ımsı!) bir hava ile ilerliyor. Biraz country, bolca rock, hatta bazı bazı scream vokaller ile süslenen dahiyane bir beste halini alıyor. Ardından gelen “Lady Helen” ise, yalnızca isim benzerliği ile değil, mükemmel bir ballad olmasıyla da Queensryche’ın (Promised Land albümünden) “Lady Jane”ini andırıyor. Albümün ‘sigara molaları’ndan biri, ama kesinlikle boşa harcanmaya değmeyecek değerli bir beste. “Gözler ilerde” sözlerinin defalarca tekrarlanması, ne hikmetse, müthiş bir atmosfer yaratıyor gerçekten! Albümün on birinci sırasındaki isim şarkısı “Ki” ise kesinlikle albümün en değerli şarkılarından birini temsil ediyor. Harika bir arpej. Olağanüstü vokaller. Ve Ziltoid the Omniscient’tan alınma – son derece geriye itilmiş – davul partisyonları. Bu davulların, Ziltoid…’deki gibi drum machine ile mi, yoksa Duris Maxwell’ce mi çalınmış olduğu, hala merakımı cezbeden bir soru olsa da, şarkının 04:20’den sonra giren bu müthiş dakikalarının, albüme ait de en iyi dakikalardan biri olduğunu belirtmeliyim. Bana göre sırf bu şarkı ve bahsi geçen davul partisyonlarının üzerindeki operatik Devin-vokalleri bile, albümü almak için yeterli bir sebep. Albümün sondan ikinci şarkısı “Quiet Riot” ise, Devin’ın sözleriyle ‘hala arızalı olsa da, arık iyi ve hayatını daha iyi bir halde yaşamayı seçmiş’ olan bu deli müzisyenin ruh halini anlatıyor. “Yağmur hala yağıyor, acı hala körfezde, bir sonraki günü bekliyor” ama Devin artık değişik bir şeyler sunuyor bizlere. Fakat albümü kapatan “Demon League” belki tüm bu duyduklarımızın bir yanılsama olduğunu hatırlatan sözleri ve bu sözlere bir o kadar tezat rahatlatıcı müziği ile arz-ı endam ediyor.
Ki bitiyor, evet ama ben hala kendimi ‘bitmiş’ gibi hissetmiyorum. Ve bu gerçekten, herhangi bir Devin Townsend ürününe göre ‘değişik’ bir şey. Bunun bir girizgah olduğunu ve devamının geleceğini biliyorum ama yine de Ki, açıkçası, yetmiyor. Beklentileri sonuna kadar karşılasa da, halefini daha da merakla beklemekten ve – şimdilik – üç olağanüstü şarkı (“Coast”, “Winter” ve “Ki”) armağan etmekten başka bir fonksiyona sahip olamıyor. Devin Townsend’ın o ana kadar yaptığı en değişik, en farklı, en atmosferik, en sakin ve en anti-Devin albümü bu şekilde bitiyor. Ağızlara koca bir parmak bal çalıyor. Tatları damaklarda bırakıyor. Kendisini defalarca dinlettiriyor. Bir türlü bıkkınlık getirtmiyor. Ama yetmiyor. Fazlasını istettiriyor. Bir sonraki albümleri, kardeşlerini, merakla beklettiriyor!…