“İçeri geçin,
Buradan lütfen…
Oturun…
Martini?
… içkinizi karıştırmamı ister misiniz?
Zeytin?…”
İşte aynen böyle samimi bir giriş yaparız Terria‘ya… 2000 yılında çıkan Physicist‘in tatlı-ekşi havası yerini daha yumuşak, daha deneysel ve kesinlikle daha ‘rasyonel’ bir müziğe, ancak şüphesiz çok daha zor anlaşılır bir atmosfere bırakmıştır. Devin Townsend, o sıralar henüz otuzlu yaşlarına bile basmamış olsa da, sanki her daim var olan öfkesini geride bırakmaya, daha ‘dünyevi’ bir bakış açısına sahip olmaya başlamıştır. En azından Terria‘yı dinlediğiniz anda hissettiğiniz şey bu olacaktır. Ancak hemen uyarmalıyım ki, bu albüm, tüm Devin Townsend diskografisinin belki de en zor anlaşılır, en kompleks ve en deneysel çalışmasıdır ve kendisini özümsemek öyle bir kaç kez dinleme ile başarılabilecek bir olay değildir. On yıldan uzunca bir süredir elimde olan bu albümü defalarca dinlemiş olmama rağmen, kimi şarkıları, hatta kimi şarkıların belli kısımlarını hala anlayamamış olduğumu, ancak albümü dinlemekten de hiçbir şekilde vazgeçmeye niyetimin olmadığını özellikle belirtmem gerekiyor.
Yazının başındaki sıcak karşılaşmayı barındıran “Olives,” dinleyenleri albüme hazırlayan şirin bir intro olmanın ötesine geçmez. Üstelik bizleri, kadrodaki yeni elemanlar Craig McFarland (bas) ve Jamie Meyer (keyboard) ile de tanıştırmaz. Ancak albümün ilk ‘şarkı gibi şarkısı’ “Mountain” tüm haşmeti ve brutalliği ile açıldığında, hem bu yeni elemanları hem de artık bir Devin Townsend klasiği haline gelen Gene Hoglan’ın davullarını en hissedilir biçimde tecrübe etmeye başlarız. “Mountain,” tipik bir Devin-bestesi gibi başlasa da, 01:52 itibariyle giren pasajlarla insanı dumur etmeye programlı, tek kelimeyle sakat bir şarkı yapısına sahiptir. Tempo hiçbir zaman mid-level’ın üzerine çıkmaz ama şarkı bittiğinde kendinizi yorulmuş hissedebilirsiniz! Arkasından gelen “Earth Day” ise bu albümün başyapıtı, en öne çıkan şarkısıdır. Yaklaşık on dakikalık bu müzikal yolculuk “şeker pancarlarınızı yiyin… onları geri dönüştürün, onları geri dönüştürün; şeker pancarlarınızı yemeyin… onları geri dönüştürün, onları geri dönüştürün…” sözleri ile açılır ve ilk dikkatinizi çeken şey, tam da bu anda, Devin Townsend’ın “recycle” şeklindeki haykırışı olacaktır! Hayatımda bir şarkıyı bu kadar ‘dikkat çekici’ kılan başka bir vokal dizesi ile karşılaşmadım ve bunun ne çeşit bir kafadan çıkabileceğini tahmin bile edemiyorum gerçekten… Aslında şarkının kendisi, öyle geçişlere, öyle sound değişimlerine ve öyle melodilere sahiptir ki, yalnızca bir vokal dizesinden bahsetmek, kendisi için belki de acıklı bir durumdur. Zaten bunu anlamak için, şarkıya bir kez göz atmak da yeterli olacaktır. Her şey bir yana bilhassa 03:40-04:09 arasındaki sanat eserinin nasıl bir ‘olay’ olduğunu keşfetmeyi herkese tavsiye ediyorum!… “Earth Day”in anormalliği, sonraki şarkıyı dağıtmasın diye olacak, Devin Townsend, sıralamaya akustik bir şarkı olan “Deep Peace”i almayı uygun görmüş; albümün ‘dünyevi’ atmosferini bu şekilde sağlamaya çalışmıştır. Ancak şarkıda, tüm Devin-diskografisindeki en iyi gitar sololarından birinin olduğunu belirtmek şarttır. Ardından gelen “Canada” son derece eğlenceli bir şarkı olmasının yanında, bir hayli de yaratıcı bir bestedir. Bas gitar gibi çalınan gitar riffleri ve 02:15’te giren davullar, şarkının ayırt edici yanlarını oluşturur. “Down and Under” akustik gitarlar ve doğa sesleri ile elde edilmiş kısa bir moladır. “The Fluke” ile bir kez daha eğlenceli bir yolculuğa çıkılır. Herhangi bir Devin-bestesini başka gruplarla karşılaştırmak istemem ama sanki bu şarkı, Devin’ın bir başka Kanada devi Rush’a yaptığı bir tribute gibi durmaktadır. Beste ortalarda uçuşa geçse de, şarkı sakin sakin kapanır. “Nobody’s Here,” albümün balladı gibi durur ancak mükemmel solosu ve süper gitarları ile bu sıfatın çok üzerinde, harika bir bestedir. Ardından albümün en depresif, en can yakıcı şarkısı “Tiny Tears” gelir. “29 yaşındayım ve bundan milyonlarca mil ötedeyim” der Devin ve son derece ağır gitarlarla – belki de bu kez Pink Floyd’a tribute yaparak – derdini anlatmaya koyulur. Şarkıda bir kez daha harika bir gitar solosu mevcuttur ama şarkının asıl anlatmak istediğini, bana göre, hem bestedeki iniş çıkışlar hem de Gene Hoglan’ın sonlarda vurduğu zil-darbeleri sağlar. Son derece etkili ve yakalayıcı bir bestedir. “Tiny Tears”ın yarattığı depresif etkiden çıkartma görevi ise, son şarkı “Stagnant”a kalmıştır. Kış bitmiş, yaz gelmiştir. Devin, 1970’li yıllardan kalma progresif-rock şarkılarına, son derece etkili vokalleri ve mükemmel nakaratıyla selam çakar ve albümü bitirir.
Terria‘yı dinleyen birinin, Devin Townsend diskografisi hakkında ne ölçüde fikri olabileceği hala kafamı kurcalayan bir konudur. Devin Townsend, her anlamda ‘manyak’ bir kişiliğe sahip olsa ve kimi yerlerde bu arızasını Terria‘ya yaymış olsa bile, bu albümde çok daha ‘dünyevi’ bir atmosfer yaratmış, çok daha ‘insani’ bir performans ortaya koymuştur. Ancak buna rağmen, ve son derece de ironik bir şekilde, Terria tüm diskografinin en zor anlaşılan ürünü olacaktır. Bunun nedenini anlamak da anlatmak da henüz harcım değil anlaşılan, ancak ilk kez bu albümden başlaMAmak kaydıyla, tüm Devin Townsend fanlarının Terria‘yı dinlemelerinin farz olduğunu belirtmem şarttır!