Hıristiyanlık henüz Roma İmparatorluğunu – ve akabinde de tüm Avrupa ve dünya tarihini – yeniden şekillendirmeden önce, Roma halkı 25 Aralık tarihini “Fethedilemez Güneşin Doğum Günü” (Dies Natalis Solis Invicti) olarak kutlardı. Bugün 21 Aralık’a sabitlenen en uzun gece, “fethedilemez güneş”in (Sol Invictus) doğumu ile birlikte yavaş yavaş kısalmaya (güneşe yerini bırakmaya) başlar, zaman içinde doğayı kendi rengine kavuştururdu. Sol Invictus, Roma halkının bu kutsal geleneğine adını veren Güneş Tanrısı’ydı. Hıristiyanlığı kabul eden ilk imparator I. Constantinus’tan sonra Kilise hem onu hem de bayramını haritadan sildi. Daha doğrusu bir başka isim altında izini kaybettirdi. Bugün 25 Aralık’ı ‘kutsal’ kabul edenler Sol Invictus yerine Jesus’u ansalar da, Sol Invictus oralarda bir yerlerde yüzünü göstermeye devam ediyor. En uzun gece hala güneşi müjdeliyor…
Dile kolay, tam on sekiz yıl sonra, bir güneş daha doğuyor. Tüm rock tarihinin en önemli oluşumlarından Faith No More, 1997’de çıkan Album of the Year‘dan sonra müzik sahnelerine ‘yeniden inişini,’ bu kadim geleneği yad ederek haber veriyor. Sol Invictus, tüm Faith No More elemanlarının ama bilhassa da Mike Patton’ın sesinde ete kemiğe bürünüyor. Biraz daha kızgın, biraz daha deli, biraz daha yetenekli…
Mike Patton ile tanışmamın bir Björk albümü (Medὐlla) vesilesiyle olması ‘rockçılığımı’ sorgulatabilir belki ama o günden sonra kendisinden kopamamam işleri toparlayacaktır umarım. Aslında bana hiçbir zaman hitap etmeyen fazlaca Amerikan piyasası soslu ‘modern’-rock/metal kulvarının en önde gelen temsilcilerinden biri olmasına rağmen Faith No More’a bağlılığım; beni her zaman daha fazla mutlu eden Fantômas’a olan sadakatim; Mr. Bungle’ı bu kadar geç keşfedişimi hala hazmedememem; veya Tomahawk, Peeping Tom, Hemophiliac, Moonchild Trio ve daha bir sürü projeye hala zaman ayıramamış olmamın içimi kemirmesi, hep Patton’a olan hayranlığım yüzünden.
Şimdi, fırından taptaze çıkmış yeni Faith No More albümü, Sol Invictus, beni bu kadar heyecanlandırabiliyorsa, Patton da ben de yaşlanmıyoruz demektir… Yani, öyledir değil mi, Mike?
Sanki bir savaşa girer gibi hazırlıyor bizi albüme Mike Bordin’in davulları. Üstüne fazlaca Nick Cave kokan bir şiir dinletisi eklemiş Patton Bey, gözlerimizi kapatıp dinlemeye koyuluyoruz. Keyboard kullanımı albümün isim şarkısını biraz hareketlendirir gibi oluyor ama hepimiz farkındayız bunun bir hazırlık olduğunun. Yavaşlıyoruz, yavaşlıyoruz, yavaşlıyoruz…
Korkutucu piyano dokunuşları ile sanki kapkaranlık bir sahneye dalıyor gibi oluyoruz ama yalnızca “go” kelimesini dört farklı biçimde, üst üste bindirerek, insanın içindeki her tür duyguya dokunarak dillendiren Patton’ın insanüstü vokali ve Billy Gould’un olağanüstü bas ritmi ile adeta Deftones’a “Koi No Yokan böyle olmalıydı” dedirten bir delilikle karşılaşıyoruz. “Superhero” başlı başına Faith No More’un bu yaşlarında bile ne kadar yaratıcı müzisyenlerden oluştuğunu hatırlatıyor bize. Bir kez daha Matt Wallace’ın ellerinden çıkan sound kusursuz. Patton kusursuz… “Sunny Side Up” aksak ritmi, muhteşem melodiklikteki basları ve Patton’ın delişmen vokalleri ile bu kusursuzluğu devam ettiriyor. Tempo bir düşüyor, bir yükseliyor. Albüm nehir gibi akıyor… Sırada o nehri gürül gürül akıtacak şarkı yer alıyor: “Separation Anxiety.” Faith No More tarihinin – bence – en iyi şarkısı. Distortionlı baslar adamı öldürüyor. Patton Bey teatral vokal kulvarında çığır açıyor. Şarkı beni adeta “Jesus Christ Pose”u ilk dinlediğim ana götürüyor. Son bir dakika on saniyede insanın kanı bile hızlanıyor. Jon Hudson albümün başından beri ilk defa ‘orada’ olduğunu hatırlatıyor. Patton’ın dilinden dinleyenlerin kanları saçılıyor. Yerle gök bir oluyor. Katliam hazırolda bekliyor…
Neyse ki devreye “Cone of Shame”in sakinleştiriciliği giriyor. Patton az önceki seri katil maskesini çıkarıp Elvis maskesini takıyor. 02:10’da ise ‘kadife sesli’ şarkıcımız, aynı şarkı içindeki milyonuncu metamorfozunu geçiriyor. Ritm sertleştikçe Patton o sertliğe sesiyle meydan okuyor. Albüm yine kendisini ve dinleyicisini yerden yere vuran bir hale evriliyor… Derken, gitarlar ton değiştiriyor. “Rise of the Fall”un Fantômas-vari jazz ritmi ile birlikte başka bir boyuta adım atılıyor. Adeta bir B-movie yönetmeni, Hülya Koçyiğit’i başrol seçiyor. Ellerinde çiçeklerle sevdiceğine koşan küçük kız birazdan kollarını kaptıracağı testereden habersiz etrafa gülücükler dağıtıyor… Korkulan olmuyor. Patton, ABD Billboard listelerine bir numaradan giriş yapabilecek “Black Friday”in müziğinin üstüne bağırıp çağırıyor. Anlıyoruz ki, az önce gördüğü rüyadan uyanıyor. Hafif bir uyku sersemliği üzerinde, sabah ereksiyonunu gizlemeye çalışıyor… Şimdi herkesten ve her şeyden kaçırdığı, kimselerin bilmediği zulasına doğru yola çıkıyor. “Bana Motherfucker’ı bağlayın lan” temalı şarkımız, sözleri ve vokalleriyle Patton’ın kariyerini özetliyor. Albümün en “dinleyiciyi hemen sarmayacak şarkısı” Faith No More tarafından – haliyle – single olarak seçiliyor!…
Ani bir kamera geçişi ve işaret parmağıyla sus işareti yapan bir hemşire fotoğrafı kadraja giriyor. Dikkatli bakıldığında, hemşire kılığına girenin aslında Patton olduğu anlaşılıyor. Mike Patton, Ayhan Sicimoğlu’na ne kadar çok benziyor? Billy Gould’un aklından bu saçma sekansı ortadan kaldırmak geçiyor. Baslar… “Matador” adeta kendisine hücum eden boğanın öfkesiyle, Gould’un baslarının üzerinde şaha kalkıyor. Önüne ne varsa yıkıp geçiyor. Nordin ona enfes davul ataklarıyla eşlik ediyor. Ritm aksaklaşıyor. Patton’ın ağzından dökülen “killing floor” sözcükleri sert gitarlarla olan biteni anlatıyor. Albüm böyle bitmek, damakta tadını bırakmak için adeta yalvarıyor… Ama Faith No More tabi ki bu beklentiyi boşa çıkartıyor. Az önce insanın kulaklarını kanatan gitarların yerini, bir hidden track’e bile layık görülmeyecek yumuşaklıkta akustik dokunuşlar alıyor. Tıpkı başladığı gibi, Patton “From the Dead” ile albümü a capella bitiriyor. Üst üste bindirilmiş vokaller, korolar ve ses oyunları, ardından el sallayacağınız bir tren edasıyla Sol Invictus’u uğurluyor…
Faith No More, adına, kariyerine, elemanlarına ve mirasına yaraşır biçimde tam on sekiz sene sonra yeniden dimdik ayakta duruyor. Her yer ve herkes dünyanın sonunu prova ederken, sanat bir kez daha “umut”un hala var olduğunu hatırlatıyor. Belki bizim kanatlarımız yok ama kanatlarına tutunup uçabileceğimiz insanlar var bu dünyada. Bizi kurtaracak “superhero”larımız var. Faith No More o kahramanlara ev sahipliği yapıyor. Hem daha şimdiden, Patton beni yanına çağırıyor… Deli gözleri bana umut veriyor. Her gün 25 Aralık, her yarını 26’sı yapıyor…