Dinlediğim ilk metal grubu olmanın ötesinde, bugün – iyi ya da kötü – bir müzik zevkimin olduğundan söz edebiliyorsam, bunun müsebbibi Iron Maiden’dır.
Açık ve net.
O zamanlar sadece benim başımda değil, etrafımda nereye baksam her yerde esen grunge rüzgarlarının Nirvana’dan sert – Alice in Chains’ten yumuşak rutubetini arayıp kendimi büyük bir Soundgarden fanboyu yapmışken, bir gece ansızın karşıma çıkan “Hallowed Be Thy Name” ile neye uğradığımı şaşırdığımı çok net hatırlıyorum. İlkokulda – ki o zaman “asitçi misin, metalci mi?” sorusunun bir cevabı olduğundan bile haberim yoktu – bir çocuğun elinde gördüğüm ve sonradan The X-Factor‘e (1995) ait olduğunu öğrendiğim o albüm kapağına bakıp ciddi anlamda ürktükten sonra, Iron Maiden ile arama koyduğum mesafeye lanet okutturacak ve beni bir anda tüm o loser-grungeçı halimden dört başı mamur bir metalciye dönüştürecek o şarkıyı dinlemiştim. Sonrası da çorap söküğü gibi gelmişti zaten. Albümleri almalar, şarkıları hatmetmeler, air-guitar’a “Fear of the Dark” ile başlamalar falan…
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=wYT2dmxNWrY[/embedyt]
“Yeni bir Iron Maiden albümünü duymanın heyecanı” benim için maalesef ‘on’ rakamı ile başlayan yaşlarımın ikinci yarısında kaldı. Kocatepe Camii’nin [1] altında yeni açılmış Beğendik mağazasından taze taze aldığım Virtual XI (1998) kasetini ne büyük bir coşkuyla teybe koymuştum… Heyecandan ellerimin titrediğini hissediyordum. Albümü açan ve kapatan şarkıları (“Futureal” ve “Como Estais Amigos”) ne kadar beğendiysem, albümün geri kalanından bir o kadar hayalkırıklığına uğramıştım uğramasına ama sonuçta o albümüm, aktif Iron Maiden dinleyiciliğimde dinlediğim “ilk yeni şey” olması gerçeğiyle bile beni heyecanlandırmaya yetmişti.
Sonra Brave New World (2000) geldi. Bruce yedi yıllık bir aradan sonra geri dönmüştü – yanında Adrian’ı da getirmişti. Bu sırada ben Iron Maiden soundundan iyice uzaklaşmış, çok daha “sert çocuk” olmuş, Bruce’un solo albümlerini o eski Maiden kayıtlarına tercih eder hale bile gelmiştim. Bruce’un dönüşü bir hayli iyi olmuştu, albümü gerçekten sevmiştim ama Brave New World, Iron Maiden ile arama giren mesafenin giderek bir ufuk çizgisine doğru yol almaya başladığı durak da olmuştu.
Ne yalan söyleyeyim sonrasında çıkan Dance of Death (2003), A Matter of Life and Death (2006) ve The Final Frontier (2010) albümlerini çıkış tarihlerinden çok sonra ‘lütfen’ dinleyebilecek kadar uzaklaşmıştım Iron Maiden’dan. Bir şeyler rahatsız ediyordu beni. Sanki şarkılar gereğinden çok fazla uzun, prodüksiyon gereğinden çok fazla eski, bestecilik gereğinden çok fazla tekrarlı hale gelmişti artık Maiden için. Ben eski, doğrudan patlayan, bulduğu hiçbir melodiyi gözünün yaşına bakmadan harcayıveren ve her seferinde daha da iyi melodiler bulan o grubun şarkılarını özlüyordum. Dedim ya, bir de ‘sert çocukluk’ vardı artık serde ve daha da fenası ‘entel’ olmuştum: progressiveler, teknik yapılar, math metaller, kompleks şarkı yapıları falan arıyordum… Iyyy… Benim şirazem kaymıştı kabul. Ama doğruya doğru, Maiden’da da pek iş yoktu açıkçası…
Neden bilmiyorum, The Book of Souls’un çıkacağını ilk duyduğumda, içimde çoktandır kaybettiğim garip bir his, bir heyecan, uyandı. Albümün çift cd’den oluşacağı haberi, benim gibi “kısa kes Maidencısı” bir adamı kendinden uzaklaştırmalıyken, o bile pek dokunmadı. Sonra ‘sesinin bir teline’ zarar gelmesin isteyeceğim adamın, Bruce Dickinson’ın tüm albümü gırtlak kanseri ile boğuşarak tamamladığını ve sonrasında da tedavi altına alındığını öğrendim. İyice duygusala bağladım. Altmış yaşına yaklaşan bu adam, bir zamanların “hava sireni,” nasıl o hastalığı atlatacak, nasıl eski çığlıklarına kavuşacak diye düşünür ve hüzünlenir oldum. Ülkenin havası da bir o kadar kasvetliydi zaten. Maiden ile kurduğum duygusal bağı olmaması gereken işler üzerinden yeniden canlandırmıştım. Bruce iyileşti, sevindim. Coşku ile albümü beklemeye koyuldum. Öyle ki, albümü çıktığı günden itibaren dinlemeye başladım. Hala da dinliyorum…
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=cuIpma1Um3E[/embedyt]
The Book of Souls, Iron Maiden’ın bilhassa The X-Factor ile birlikte saptığı ‘epik olmayan progressive’ stilde, az sayıda melodiyi çok kez tekrarlayarak sürelerini uzattığı şarkılar yazma yoluna yeni bir taş eklemeyen, bundan yüz yıl sonra geri dönüp değerlendirildiğinde Iron Maiden diskografik-hiyerarşisinde ortalarda yer alacak bir albüm gibi geliyor bana. Şüphesiz Brave New World sonrası çıkan üç albümden de daha iyi, daha akılda kalıcı ve onlardan çok daha uzun bir süreye sahip olmasına rağmen onlardan daha direkt bir albüm. Kevin Shirley, Iron Maiden’ın prodüktörlüğünü yaptığından beri ortaya çıkardığı vasat-altı işe devam etmese (ya da Steve Harris buna izin vermese), belki ortaya daha iyi bir albüm bile çıkabilirmiş ama bu tuhaf (biraz overdrive’lı, biraz kısık distortion’lı) gitar soundu ve aşırı dominant olmasına rağmen, eski gücünden hayli uzak bas gitar odaklı yapısı ile The Book of Souls‘un gelebileceği en iyi yer sanırım burası. [2]
Albümü açan ve hem atmosferi hem de yaratıcılığı ile sanki Bruce Dickinson’ın The Chemical Wedding (1998) döneminden çıkmış gibi duran “If Eternity Should Fail,” basitçe albümün en iyisi. Son derece etkili bir intro, müthiş bir melodi, enfes gitar partisyonları ve tabi ki inanılmaz bir vokal! Yalnızca bu şarkı ile değil, tüm albüme yayılan ve hala nasıl kanser etkisini hisset(tir)mediğini anlayamadığım vokaliyle Bruce kesinlikle The Book of Souls’un en iyi müzisyeni. Bu yaşına (ve tekrarlıyorum: gırtlak kanserine!) rağmen ortaya koyduğu performans kesinlikle olağanüstü. Albüm bu şarkı ile o kadar iyi başlıyor ki, albüm çıkışından önce duyduğum ve gerçekten nefret ettiğim “Speed of Light” single’ını bana unutturuyor. İkinci sırada arz-ı endam eden single’ımız, Iron Maiden’ın kötü single seçme hastalığını tekrar etmesi dışında üzerinde konuşulmaya değmez bir beste içeriyor. Devamındaki “The Great Unknown,” başarılı sözleri ve Somehwere in Time (1986) zamanlarını andıran synth eklentisine rağmen, aşırı tekrarlı yapısı ve niye orada olduklarını anlayamadığım bitmek-bilmeyen-soloları ile maalesef “If Eternity Should Fail”ın yarattığı heyecanı söndürüyor. Hemen arkasında, bir Steve Harris bestesi olduğu milyonlarca kilometre öteden belli olan, on üç buçuk dakikalık “The Red and the Black” yer alıyor. Şarkı “Blood On the World’s Hands”deki denemeye çok benzeyen bir bas solosu ile açılıyor, oradan “Quest For Fire”ı, “Rime of the Ancient Mariner”ı, “Heaven Can Wait”i, “Wicker Man”i ve daha birçok eski Maiden şarkısını andıran pasajlarla belki de albümün sırrını ortaya koyuyor:
The Book of Souls sanki yeni bir Iron Maiden albümünden ziyade, bir çeşit Iron Maiden-compilation’ını andırıyor. Bilinen melodilerin sıkça tekrarlanması, aynı formüllerin (whaooo-ooo-whaoo-ooo) yeniden ve yeniden uygulanması ve bunların hangi şarkının başlayıp hangisinin devam ettiğini anlamanın imkansızlaştırıldığı bir prodüksiyon ile paketlenip yeniden-sunulması.
Gerçekten de birkaç dinleyişten sonra tüm albümün, “The Red and the Black”in vaat ettiği ‘tanıdık Iron Maiden tatlarının’ bir harmanını sunma amacında olduğu ve bu amacı bile başarılı biçimde yerine getiremediği anlaşılıyor. Bu yaştaki insanların hala müzik üretme konusunda istekli olmaları ne kadar takdire şayan olsa da, müziği-yeniden-üretme vaadi en azından benim gibi kıçındaki kılları ağarmış bir Iron Maiden-severe hiçbir şey hissettirmiyor. Maiden diskografisine yeni başlayacak genç bir arkadaşa ‘bak önce bunu dinle, seversen asıl hazineler eski albümlerde yatıyor, onları dinlersin’ tavsiyesi vermenin ötesinde, The Book of Souls‘un Maiden tarihine herhangi bir ekleme yaptığına inanmıyorum.
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=0y3CEgOahmA[/embedyt]
Nitekim bundan sonra arka arkaya dizilen ve yine hep ‘eskiden bir şeyleri çağrıştıran’ şarkılar bu inancımı perçinliyor. “When Rivers Run Deep,” ilk dönem NWOBHM sounduna yakın duran ve mesajını direkt verebilen bir şarkı olsa da, aynı melodinin etrafında dönerek o melodiyi tüketmesi ile sadece bir ‘filler’ statüsünde kalıyor. Zamanında “Phantom of the Opera” ile bulduğu dahiyane melodileri iki kereden fazla tekrarlamayan grubun, “Phantom of the Opera”daki toplam riff sayısı kadar riff ile bir albüm kotarmaya çalışması bana çok üzücü geliyor… Aynı hissiyatım, başındaki muhteşem melodi ile “epik bir Iron Maiden şarkısı” formülüne en çok benzeyeceğini hissettiren “The Book of Souls”un bu vaadini yerine getirememesiyle de devam ediyor. Nakarat kısmı fena halde “The Thin Line Between Love and Hate”e benzeyen albümün isim şarkısı, ne yazık ki o şarkının ‘içerdiği duyguyu karşı tarafa geçirebilme’ becerisinin yokluğu nedeniyle sınıfta kalıyor. Albüm boyunca Bruce’tan sonraki en iyi performansı gösteren Nicko McBrain’in davulları bu şarkıda zirve yapsa da, şarkının genelini kurtarmaya yetmiyorlar.
İkinci CD’yi açan “Death or Glory,” “When Rivers Run Deep”tekine çok benzer bir formül içeriyor. Bruce şarkıya harika bir nakarat yazmış ve albümdeki en iyi sololardan bir iki tanesi de şarkı içinde yer alıyor ama olmuyor. Klasik kalıplarına sıkışmış, ortalama bir Iron Maiden şarkısının ötesine geçilemiyor. Tam böyle düşünürken, sıradaki “Shadows of the Valley”nin ‘artık yuh!’ dedirten başlangıç riffleri duyuluyor. Adrian Smith’in “Wasted Years” ile dünya müzik literatürüne armağan ettiği o ünlü riff [3] neredeyse birebir kopyalanarak The Book of Souls‘un “toplama albüm” hissiyatını daha da güçlendiriyor. Şarkı bu da yetmezmiş gibi kallavi bir “whaooo-ooo-whaoo-ooo” geçişine de ev sahipliği de yapıyor ki, artık albüme dair tüm ‘orijinallik kaygılarımı’ bırakmam, tam bu noktaya denk geliyor. İsmiyle bile klişenin dibine vuran ve söylendiğine göre Robin Williams’ın ölümü üzerine yazılan “Tears of A Clown,” – bir “Stranger In A Strange Land”inki kadar olmasa da – Adam Smith’in yazdığı mükemmel ötesi solosu (03:02-03:41) ve AC/DC-vari blues rifflerine rağmen, bir kez daha aynı döngüyü (“ben bunu daha önce dinlemedim mi?” hissiyatını) tekrar etmekten başka bir amaca hizmet edemiyor. Girişi ile “Still Life”ın başlangıcını andıran, nakarata geçişinde sanki “spend your days full of emptiness” (“Wasted Love”) diyecekmiş gibi gelen, Dave Murray’nin melodik soloları ile az da olsa durumu toparlamaya çalışan, Dickinson’ın solo albümlerinden bir şarkı ile aynı ismi taşıyan ve bir kez daha “hatırlatma” dışında bir işlevi olmadığına inandığım “The Man of Sorrows,” albüme dair tüm umutları söndürmeye başlamışken…
… evet, hiç olmazsa tüm umutlar sönmeden Iron Maiden, belki de diskografisinin son şarkısını, güçlü ve kendine yakışır bir biçimde yazıyor. Maiden tarihinin en uzun şarkısı “Empire of the Clouds,” hiç olmazsa bir parça ‘orijinallik kaygısı’ ile yeni bir Maiden ürünü olduğunu göstere göstere albümü kapatıyor. Baştaki piyano darbeleri ve üzerlerine bindirilen yaylılar, şarkıyı hiç olmadığı kadar duygusal bir Iron Maiden bestesi olarak sunmaya yardımcı oluyorlar. Bunların arkasında, 1930 yılında bilinmeyen bir nedenle düşerek onlarca insanın ölümüne yol açan İngiliz zeplini R101 hakkında yazılmış sözlerle son derece uyumlu olarak – dahiyane biçimde tasarlanmış – savaş davulları çalıyor. McBrain ve Dickinson işbirliği, tüm albümü kotarmaya yetmeseler de, “Empire of the Clouds”u neredeyse bir Iron Maiden başyapıtı haline getirerek durumu toparlamaya çalışıyorlar. Bruce, Iron Maiden kariyerindeki en iyi işlerden birini ortaya koyuyor. Gitarları gerilere hapseden prodüksiyon ve şarkının tam ortasında girip üç dakika boyunca kafa ütüleyen o garip majör melodi hiç yardımcı olmasalar da, on sekiz küsür dakikalık bu şarkı sıkılmadan kendini dinlettirebiliyor. The Book of Souls, hiç olmazsa ‘iyi’ bitiyor.
İçimden bir ses, bunun Iron Maiden’a dair dinlediğimiz son ‘yeni’ ürün olacağını söylüyor ve ne yazık ki albümün geneli düşünüldüğünde ortada çok da ‘yeni’ bir şey olduğundan söz etmek oldukça zor görünüyor. The Book of Souls‘un varoluş amacı, Iron Maiden tarihinden haberi olmayan yeni dinleyicilere ‘eskilerde ne işler olduğunu’ anlatmak gibi duruyor. Eskileri zaten bilenler ise birkaç yeni şarkı (en azından “If Eternity Should Fail” ve “Empire of the Clouds”) ile az da olsa sevinebiliyor. Bir double-albümü, neredeyse iki şarkılık bir ep’ymiş gibi kabul etmek bana çok tuhaf geliyor ama “hiç, yoktan iyidir” diyerek kendimi avutabiliyorum hala.
Her şeye rağmen, Iron Maiden iyi ki var-dı.
[1] Bu, muhtemelen tüm dünyada bir Iron Maiden yorumu altında geçen ilk “cami” kelimesi olmuştur…
[2] Şu anda metal müzik piyasasının en iyi prodüktörlerinden biri – bana göre en iyisi – Andy Sneap bir İngiliz, büyük bir Iron Maiden hayranı ve grubu Piece of Mind günlerindeki gitar sounduna geri döndürmek gibi dahice bir fikri var; ama maalesef Iron Maiden, albümü Paris’te, daha önceki işleriyle geçer not alamamış Kevin Shirley ile kaydediyor… Gerçekten aklım alamıyor bu durumu.
[3] “Wasted Years”ın o ünlü riffinin farklı versiyonlarını tonlarca grubun tonlarca şarkısında bulabilirsiniz; ancak benim adıma bu ‘esinlenmenin’ en şaşırtıcı adaptasyonları Tool’un “Schism” ve Mastodon’un “Ghost of Karelia” şarkılarında kullanılmaktadır.