Amerikalıların söylediği gibi: “Haters gonna hate”.
Şu anda metal müzik sahnesinin en çok albüm satan, adı en fazla telaffuz edilen, gruplarının başında Lamb of God geliyor. Bugüne dek milyonu aşan albüm satışının, sayısız konserin getirdiği popülarite, metal müziğin ‘underground’ doğası ile çeliştikçe, grubun seveni kadar sevmeyeni de türüyor. Burn the Priest adıyla ve yoğun Pantera-etkileşimli death metal sounduyla çıktıkları metal sahnesine, şu anda hemen herkesçe bilinen adları ve groove metal/metalcore arası müzikleriyle devam ediyor Lamb of God. Kimi dinleyiciler onları daha fazla ‘satmak’ için ‘core’ sahnesine yaklaşmakla ve doğalarına ihanet etmekle suçluyor. Kimileri ise bu değişikliği bir ‘gelişim’ olarak yorumlayıp grubun 2000’li yılların metal müzik sahnesini ciddi olarak etkileyen bir sounda öncülük ettiğini dile getiriyor. Her iki tarafın ortak kanısı ise Lamb of God’ın yaptığı türün dar kalıplar içine hapsolmuş olduğu ve bunun da ister istemez, yıllar içerisinde, grubun müziğinde tekrarlara ve kolay tahmin edilebilirliğe yol açtığı görüşünde birleşiyor.
Ben Lamb of God’ı baş tacı eden grupta da, yerin dibine sokan grupta da yer almıyorum. Onlarla tanıştığım günden beri, bazı şarkılarına tahammül edemiyor, bazı şarkılarında ise içimde oluşan coşkuyu tarif dahi edemiyorum. İçinde yaşadığımız teknoloji devrinin en yararlı yanlarından biri, hepimizin cebinde yer alan, dilediğimiz şarkıları, dilediğimiz sırayla dinleyebildiğimiz mp3-çalarlar olduğuna göre, zevkime göre bir Lamb of God-karışık yapıp yola çıkıyorum. Seçtiğim şarkılar sayesinde bazen yürüme hızımın ulaştığı seviyelere bazen de herkesin içinde kafa sallayabiliyor oluşuma hayret ediyorum. Lamb of God, dinlediğim müzikte çok önem verdiğim ‘coşku’, ‘gaz’, ‘teknik’, ‘groove’ gibi her türlü kategoriyi içeren kimi şarkılarıyla her zaman playlistimin nadide köşesinde bulunacak bir grup. Ondan nefret edenleri, ona bayılanları ne derse desin…
Gelelim As the Palaces Burn‘e… Tam tarihi hatırlamıyorum. Bildiğim şey, o sıralar – bugün olduğu gibi – büyük bir Devin Townsend fanı oluşum ve yalnızca onun özel koleksiyonundan albümlere değil, prodüktörlük yaptığı albümlere de aç kurtlar gibi saldırdığım zamanlarda tanışmıştım As the Palaces Burn ile. Nasıl bir albüm beklemem gerektiğini bilmiyordum. Okuduğum yorumlar ve referanslar, Lamb of God’ın bu albümü Townsend’a emanet ederek iyi bir iş yapmış olduğu ve grubun türünün thrash/death arası bir yere ama çok daha melodik alanlara kaydığı yönündeydi. Söz konusu reçete benim için son derece çekici olabilirdi ve ne de olsa albümde Devin’ın payı olacaktı.
Albümü dinlemeye başladığımda, kayıt kalitesine küfrettiğimi hatırlıyorum. Gitarlar çok boğuk geliyor, bas gitar hiç duyulmuyor, davullar tuhaf tonluyor ve vokaller efektli gibi kulağa geliyordu. Bu durum kesinlikle Devin’la alakalı olamayacağına göre, aldığım kayıtta bir sorun olmalıydı. Hemen albümü dinlemeyi bırakmış ve kendime cillop gibi bir kayıt aramaya koyulmuştum. Yardımıma internet koştu, hemen çok ‘indirilen’ bir yere beni yönlendirdi ve ‘gerçek’ As the Palaces Burn‘ü dinleme zamanı gelmişti… Ama o da ne? Hala aynı berbat kaydı duyuyordum. Bu kadar insan yanılıyor olamazdı. Herkes bu kaydı mı dinliyordu? Devin ne yapmıştı? Aradan zaman geçti. Kaydın kalitesizliği dışında, bakıyordum da, müzik hiç de fena gelmiyordu aslında kulağa. Bir şans daha vermeli miyim, vermemeli miyim, bocalıyordum. Hala bu prodüksiyonun Devin’dan çıktığına inanmıyordum. Ama bazı şarkılar vardı ki, aman yarabbi! Dinlemeden duramıyordum! Karar vermiştim: Ben As the Palaces Burn‘ü seviyordum.
http://www.youtube.com/watch?v=R-JbPAn-puo
Bu kararı verdiğim günden bugüne yıllar geçti. Playlistimin daimilerinden ‘Ruin’, ’11th Hour’, ‘A Devil in God’s Country’ ve ‘Vigil’ artık bana prodüksiyonlarının kötülüğünü hatırlatmazken – belli ki bilinçdışımdaki Devin-severliğim ağır basmıştı – bir gün Lamb of God’ın bu albümü, çıkışından tam on yıl sonra, Josh Wilbur’ün prodüksiyonuyla yeniden piyasaya sürmeye karar verdiğini okudum. Üstelik buna Devin’dan bile icazet gelmişti. Delirmiştim! Yeni-As the Palaces Burn‘ü tam bir haftadır dinliyorum ve bu delirme seviyem hala devam ediyor. Şu anda bir kez daha anlıyorum ki, Lamb of God hater’ları, bu albüme burun kıvırarak hayatlarının hatasını yapmaya devam ediyorlar. Zira As the Palaces Burn türünün en iyi ve sanırım 2000’li yılların da en ‘genre belirleyici’ albümlerinden biri. Bunu bugün duyduğum kristal kalitesindeki sound ile bir kez daha anlıyor, hatta artık albümü sevmeyenlerin bahanelerinin ne olabileceğini deli gibi merak ediyorum.
Beyler bayanlar… Saraylar Yanarken silkinip kendinize gelmenizi, iyi bir kulaklık edinmenizi ve kendinizi yollara vurmanızı öneriyorum. Bu albüm gerçekten ama gerçekten ÇOK İYİ!
“Ruin” ile başlıyoruz sarayları yakmaya. Son derece groovy bir gitar riffi, mükemmel bir çift kros ve çığlıktan brutale harika bir geçiş. Mark Norton ve Willie Adler’ın çift armonileri şarkı boyunca evrilmeye, birbiri ile adeta dans etmeye devam ediyorlar. Tam ‘bundan iyisi olamaz’ diye düşünürken, 02:40’ta Randy’nin “GO!”su, Chris Adler’ın nasıl yaptığı belli olmayan deli atağı ve şarkının patlama noktası geliyor. Pantera-etkileşimleri yükselirken, şarkının temposu mid-level’a düşüyor ve daha ne olduğunu anlamadan, ikinci sıradaki “As the Palaces Burn”ün ana riffine çok şık bir geçiş yapılıyor. 00:45 civarında giren solo, bize gitaristlerin lead yeteneğinden ufak bir gösteri sunuyor. Bu andan sonra Lamb of God, İsveç sularına esaslı bir dalış yapıyor. At the Gates, In Flames, Dark Tranquillity gibi gruplarla özdeşleştirilen İsveç Melodik Death Metal’i Amerikan metalcore’uyla müthiş bir uyum sağlıyor. Son dönem Arch Enemy bestelerini andıran şarkı, fazla bir tekrara girmeden bitiveriyor. Sanki albümün isim şarkısı olmak için biraz fazla basit kaçıyor ama Lamb of God’ın yeni müzikal evresini anlatması bakımından büyük önem taşıyor. Eski Megadeth gitaristi Chris Poland’ın şık bir solosunu içeren “Purified” üçüncü sırada yer alıyor. Şarkının riffi de Megadeth’in Rust in Peace dönemlerini andırıyor ama onlar kadar yaratıcı olamıyor. Fanların favorilerinden olan “Purified”, albümde ana riffin en çok tekrar edildiği beste olması itibariyle benim fazla ilgimi çekmiyor. Üstelik ne de olsa benim için tüm Lamb of God tarihinin en iyi iki üç şarkısından biri olan “11th Hour” hemen bir sonraki sırada beni bekliyor. Kocaman davulların taşıdığı enfes bir gitar riffi açıyor şarkıyı. Randy Blythe’ın alkol problemleri, karanlık bir şiirde dinleyicilerle buluşurken, 01:20 itibariyle giren gitar leadleri sanki In Flames bestecilerinin elinden çıkıyor: soğuk, hüzünlü ve ruh dolu! Bir kez daha nakaratın çekici melodisiyle şarkının sonra ereceğini düşünürken, kıyamet kopuyor! 02:13’te giren gitar riffi ile birlikte groove’un metal müziğe nasıl yedirilebileceği konusunda adeta ders veren Morton-Adler ikilisi, hayatınızda duyup duyabileceğiniz en gaz ritmlerden birini çalıyorlar. Arkada Chris Adler’ın yaptığı şeyler (!) insanı tempo tutmaya zorluyor. Dahası olamaz derken, riff yine değişiyor, 02:33’te kafanızın içinde mosh pit dönmeye başlıyor! Yetmiyor, art arda sıralanmış gitar lickleri başınızı döndürüyor. Ana melodi yine aksak bir taramalı riffe evriliyor. Randy’nin ağzından dökülen “again and again and again and again…” sözleri, size şarkıyı da “tekrar ve tekrar ve tekrar ve tekrar” dinleme isteği pompalıyor. “11th Hour” tüm metal tarihinin en mükemmel kompozisyonlarından biri ile arz-ı endam ediyor. Bu şarkıyı beğenen birinin, albümün genel akışına devam edip beşinci sıradaki “For Your Malice”a hiçbir şey olmamış gibi geçebileceğini sanmasam da, şarkı tempoyu hiç düşürmemeye söz vermişçesine, albümdeki death metal havasının en çok hissedildiği bestesiyle öne çıkıyor. Chris Adler’ın çift krosa abandığı yerlerde insan zıplamak, ritme bir şekilde ayak uydurmak istiyor. Onun bittiği yerden, rotayı yine İsveç’e çeviren “Boot Scraper”, Meshuggah’nın fazla teknik olmayan bir bestesini andırıyor. Şarkı 01:30’dan sonra kendini tekrar etmeye başlasa da 02:45 civarında giren kesik riffler, bu tekrar havasını biraz yumuşatıyor ve sonlara doğru başlayan gitar lead’i ile yeniden İsveç Melodik Death Metal’ine dönüş yapılıyor. Chris Adler’ın insan-üstü yaratıcılığı ile açılan “A Devil in God’s Country”, mükemmel riffler ile devam ediyor ve üstelik konuk olarak Devin Townsend’ı barındırıyor. Townsend’ın hem vokalleri hem de adeta black metalimsi bir atmosfer yaratan keyboard kullanımı dikkat çekse de, şarkının esas can alıcı noktasını nakarat ve nakarat sonrasındaki müthiş akıcı gitar işçiliği oluşturuyor. Sıradaki “In Defense of Our Good Name”, Lamb of God’ı Arch Enemy ile ilk dönem The Haunted arasına taşıyan bestesi ile öne çıkıyor. Tam bir upper-mid tempo headbanger’ı olan şarkıda Chris Adler bir kez daha müziği domine ediyor. Aslında John Campbell’ın basları da yapıyı oluşturan önemli bir element ama spot ışıkları, arkada harikalar yaratan davullarda kalıyor. Albüm, bitmeye yakın, biraz daha ritm ağırlıklı bir hava kazandığı için dokuzuncu sırada yer alan “Blood Junkie” öncesi itibariyle çok sırıtmıyor. Yine de albümdeki en zayıf bestelerden birinin, albüm için görece uzun ve tekrarlı şekilde kurgulanmış olması biraz can sıkıyor. Kesik ve aksak riff fikirleri besteye etkili biçimde yedirilemiyor. Kulaklar artık tam da “11th Hour”u iyiden iyiye aramaya başlamışken, albüm “Vigil” gibi bir şaheserle kapanıyor! Aslında Vigil, albümde daha önce hiç duyulmayan arpej kullanımı ile başlangıcı itibariyle pek ümit vermese de “our father thy will be done” diye haykıran Randy, bu şarkıda ‘bir şeylerin’ döndüğünü müjdeliyor. Gitarlar yavaş yavaş, yavaş yavaş ağırlaşıyor… Randy yazdığı sözlerle tanrısı ile hesaplaşıyor… Ana riff fade-out’a doğru kayıyor… Ve mp3-çalar 02:46’yı gösterdiğinde olanlar oluyor! Önce tek kulaklıktan gelen bambaşka bir groovy riff, insana çığlık attıracak derecede mükemmel bir break-out performansı ortaya koyuyor. 02:58 itibariyle bu riffe eşlik eden ikinci gitar ve daha önemlisi Chris’in davulları ise şarkıyı bambaşka bir boyuta taşıyor. Albümün en yavaş başlayan bestesi, albümün en kaotik partisyonları ile doruğa ulaşıyor. Bu şarkı insana bomboş bir yolda sakin sakin giderken, bir anda gaza abanma arzusu aşılıyor. Camlardan akan şehri hızlıca arkada bırakmanın zevkini tattırıyor. Hayatınızda en nefret ettiğiniz insanın suratına yumruğu indirdiğiniz andaki katarsisi yaşatıyor.
Ve As the Palaces Burn böylece bitiyor. Toplamda 37 dakika 58 saniye süren bu albüm, tekrar tekrar kendini dinletecek besteler, muazzam riffler, inanılmaz davullar ve efsanevi anlar ile tadı damağınızda kalan leziz bir yemeği andırıyor. Hem yiyene hem de yemeği yapana müthiş bir zevk veriyor. Dahası benzer yemeklerin yapılmasına, mutfağa yeni bir lezzet girmesine ön ayak oluyor. Kendisine yöneltilen eleştirilerin çoğunu da anlamsız kılıyor.