Uzun zaman bekledim…
Bekledim ve bekledim… Metal müzik sahnesine dair inancını ve heyecanını gitgide kaybetmekte olan bir metal-kafa olarak, bana yeniden bu duygularla albüm bekleten Norveçli evlatlarıma dair çıkan her haberi, her görüntüyü, her sesi merakla özümsemeye çalıştım. Sonunda o gün geldiğinde ve The Congregation kulaklarıma hücum etmeye başladığında, sanki ne zamandır üzerime çökmüş bir yorgunluktan kalkmışım gibi bir rahatlama hissettim. Müziğin enerjisinden gerginliğini ve gerginliğinden de müzmin umutsuzluğunun çaresini bulan benim gibi biri için en olmaması, en tecrübe edilmemesi gereken hislerden biriydi bu. Kulaklığımı kaptığım gibi kendimi dışarı attım ve yollara vurdum. Adımlarım hızlandıkça dikkatimi toparlamaya, kulağımla duyduğuma konsantre olmaya başladım. Nabzımın yükseldiğini, kanın beynime gitmeye başladığını yavaş yavaş anlıyordum. Aradan birkaç yüz adım geçti. Artık şimdi baş başaydım. Leprous’la. Beklediğimle. Arzu ettiğimle…
2011’de çıkarttıkları Bilateral ile metal müzik sahnesinde adını duyurmayı başarmış, 2013 tarihli Coal ile en çok gelecek vadeden progresif metal gruplarından biri sayılır olmuş, böylece Ihsahn ile sahne birlikteliğini bitirerek, kendi ayaklarında üzerinde durmaya kesin karar vermiş Leprous adına, The Congregation’ın yeni bir başlangıç ifade ettiği ortadaydı. Adları gittikçe daha çok anılıyor, dergiler ve web-siteleri onlara gittikçe daha fazla yer veriyordu ve Ihsahn referansı her geçen gün daha fazla siliniyordu.
Siliniyordu silinmesine de, The Congregation ile birlikte öyle anlaşılıyor ki, Leprous’taki temel değişim, merkezdeki Ihsahn isminin yerini bir başka ismin alması ile vuku buluyor: Einar Solberg. Grubun esas oğlanı, vokalisti, klavyecisi (ve Ihsahn’ın ‘enitesi’) Solberg, The Congregation ile birlikte Leprous’ın her anlamda “her şeyi” rolüne bürünüyor. Tüm besteler onun elinden çıkıyor, tüm şarkılar onun sesinin etrafında şekilleniyor, tüm sözler onun tarafından yazılıyor [1]; aslında başından beri merkezinde olduğu grup, artık tümüyle bir Solberg-projesine dönüşüyor. Bu durumun illa ki olumsuz olması elbette gerekmiyor. Ama insan yine de sormadan edemiyor, geçtiğimiz iki yılda davulcu Tobias Ørnes Andersen ve basçı Rein Blomquist’in ayrılıklarıyla gerçekleşen aktör-bazlı değişimler, grubun besteciliği, soundu ve geleceği gibi yapısal konularda ne tür değişiklikleri getiriyor?
Bu soruların yanıtlarını almaya “The Price” ile başlıyoruz. Bir internet fenomeni olan yeni davulcu Baard Kolstad’ın tüm albüm boyunca devam edecek olağanüstü performansı, albümün açılış şarkısının ilk saniyesinden itibaren insanı derinden yakalıyor. 7 ve 8 telli gitarların senkoplu riffleri çok etkileyici bir sound yaratıyorlar. Solberg adeta Coal’da kaldığı yerden “a aa a… a aa a…”larına devam ediyor ve sonra bir melek gibi şakımaya başlıyor: “Piercing his eyes, scars you can’t see…” Şarkının muhteşem nakaratı insanın beynine işliyor: “Behind, the struggle has ended; damaged mind, already descended.” 03:30-03:53 arasındaki davul oyunları insanı nefessiz bırakıyor. The Congregation gerçekten müthiş başlıyor.
İkinci sıradaki “Third Law,” yalnızca davulcu adaylarının değil, “benim diyen davulcuların” bile günde üç öğün birer doz dinlemesi gereken şaheser bir aksak ritm ile açılıyor. Solberg, atonal vokalleri ile yeni bir şeyler deniyor. Oysa beste, bu denemeleri dışarı çıkardığımız anda, son derece vasat ve tekdüze bir formda yapılanıyor. Deneyselliği devam ettiren 03:30-03:55 arasındaki zil oyunları kulağa çok tatlı gelse de, şarkının genel durağanlığını kurtaramıyor. İnsanın aklı hala “The Price”ta kalıyor. Üçüncü sırada ise – bana göre – The Congregation’ın en iyi şarkısı arz-ı endam edip, bu hayalkırıklığını toparlıyor: “Rewind.”
Arpej-vari gitar oyunları ve uğursuz bir keyboard namesi, 00:50 itibariyle albümdeki en yaratıcı bas gitar kullanımı ile buluştukları anda ‘özel bir şey’in gelmekte olduğu zaten anlaşılıyor. Kulağın alıştığı davul yaratıcılığı, burada da devam ediyor. Bir önceki bestedeki tekdüzelikten sıyrılmak istercesine, albümün en çok sayıdaki dur-kalklı bestesi duyulmaya başlanıyor. Solberg’in vokalini ilk defa bu şarkıda duymuş olmayı çok isterdim; zira, ilk iki şarkıda daha yaratıcı performanslar sergileyen Solberg, “Rewind”da alışıldık numaraları dışına çıkmayacak gibi bir izlenim veriyor. Ta ki… 04:27 itibariyle yeni bir besteye evrilen şarkı, alamet-i farikası’na 05:08’den sonra giren çığlık vokaller ile ulaşana kadar… Solberg bu noktadan sonra adeta Ihsahn’ın cehennemden gelen vokallerinin bir kopyasını sunmaya başlıyor. Kolstad arkada ışık hızına ulaşmaya kararlı gibi cross’larla abanıyor. Epik bir outro ile “Rewind” sonlanıyor. Ağızda kalan tat, kolay kolay geçmeyeceğe benziyor…
Çoğu okuduğum yorumda “albümün en iyisi” olarak ilan edilen “The Flood,” Coal’daki “The Cloak” şarkısına benzer biçimde a capella bir girizgâh ile sunuluyor dinleyenlere. Solberg’in bir kalp monitöründen çıkan seslerin üzerine yerleştirilmiş gibi duran pes vokal stratejisi, distortion’ın girdiği 01:35’e kadar bana Projector dönemi Dark Tranquillity’yi andırıyor. Şarkının sonuna dek devam eden gitar senkopları kulağa çok çekici gelse de, “The Flood” sürekli aynı formülü tekrarlayan yapısından dışarı çıkamadığı için ‘iyi’ kalmakla yetinen bir şarkı oluyor. Arkasından gelen “Triumphant,” son derece tuhaf bir gitar riffine ev sahipliği yapıyor. 01:05-01:27 arasındaki bu riff, Amerikan pop-punk grupları gitaristlerine “hadi progresif bir şarkı çalmaya çalış bakalım” denmiş ve bunun sonucunda ortaya çıkmış kadar acemi geliyor kulağa. Bu noktada da zaten albümdeki en büyük zayıflık gün yüzüne çıkıyor: Albümün tümünü besteleyen Solberg, gitar departmanında Leprous’ın önceki albümlerine nazaran çok zayıf bir iş çıkmasının müsebbibi oluyor. Øystein Landsverk ve Tor Oddmund Suhrke gibi iki iyi gitarist, The Congregation’da birer stüdyo müzisyeni gibi takılıyorlar adeta. Klavye ağırlıklı bestelere senkop-riffler ve atmosfer yaratıcı taramalarla ‘süsleme’ yapmak dışında, gitarlar bu soundda hakikaten çok özelliksiz kaçıyor. Aynı zayıflık, albümün belki de en vurucu (ve de en kısa) bestesi olan altıncı sıradaki “Within My Fence”in gitarlarında da sürüyor. Albümdeki tek gitar-merkezli şarkıda kullanılan riffler, beşinci albümünü yapan bir gruptan ziyade, ilk albümünde sound karmaşası yaşayan bir gruba ait gibi duruyor. Şarkıdaki potansiyel ve Kolstad’ın enfes davulları, sırf bu nedenle, güme gidiyorlar.
“Within My Fence” sonrasında The Congregation, bir filmin ikinci yarısına geçmişiz gibi bir izlenim veriyor. En kısası altı dakika yirmi altı saniye süren dört uzun şarkı, bu noktada arka arkaya diziliyorlar. Bu serinin ilk şarkısı olan “Red,” 01:45’te giren son derece çekici bir synth partisyonuna ev sahipliği yapıyor. Bu partisyona eşlik eden gitarlar, djent-vari bir deneme gibi dursa da yine yaratıcılıktan nasip alamamışa benziyorlar. Groovy olmaya çalışan ritm, vokalin değişikliğe-meydan-okuyan ‘eski şarkılara benzerliği’ nedeniyle dikkat çekmeden ortadan kayboluyor. İleride bu tip rifflerin çok daha belirleyici olduğu Leprous besteleri dinleyeceksek, gitar partisyonlarını bizzat gitaristlerin yazması çok daha faydalı olacağa benziyor.
Bir sonraki şarkı “Slave,” Solberg’in “make your move, end it all; cloud of dust, caught in storm; you lie there silent” sözlerine yazdığı olağanüstü vokal melodisi ile öne çıkıyor. Bir başka “The Cloak”-vari deneme ile karşı karşıyayız ve bu kez insanın içinden Solberg’e eşlik etmekten başka bir şey gelmiyor. Müzik, 03:10’a kadar albümdeki en varyasyonsuz halde ilerliyor; bu andan sonra ise yine pop-punk gitaristlerinin elinden çıkmış gibi duran taramalı bir riff duyuluyor. Kolstad’ın aksak davulları ve Solberg’in süper scream vokalleri, bu gitarların arkasında sessiz ve derinden geliyorlar. Uzunluğu yedi dakikayı aşan “Moon,” bana Şebnem Ferah’ın vokallerini andıran vokal melodileriyle açılıyor (özellikle, “radioactive” kelimesi üzerinde yapılan oyunlar bu benzerliği doruğa ulaştırıyor). Sanki şarkıda bir prozodi sorunu bulunuyor… 02:10’da giren gitarlar, bu defa hiç fena değil. Ancak beste gerçekten çok fazla kendisini tekrarlıyor. Sanki ünlü bir grubun vokalistinin solo albümünde olması gereken vokal gösterileri, şarkının dinlenebilirliğini düşürüyor. Bir Leprous albümünde daha önce hiç hissetmediğim ‘sıkılma’ emareleri ufaktan kendini göstermeye başlıyor. 04:55 sonrasındaki enfes davul partisyonlarıyla şekil değiştirecekmiş gibi yapsa da, şarkı hala aynı melodinin deformasyonu üzerine inşa ediliyor. İnsan “tek tek şarkılar iyi de, bir albüm boyunca olunca çok uzadı ya” demeye başlıyor. Bu durumu, sıradaki şarkı “Down”ın “The Price” ile büyük benzerlik gösteren senkoplu gitarları da değiştiremiyor. Melodi ve söz tekrarları devam ediyor. Bir progresif rock/metal grubu için sorulabilecek en korkunç soru, “ben bu şarkıyı dinlememiş miydim?,” artık akla geliyor. 04:08 civarında giren çift cross’lar, ana melodide hiçbir değişiklik olmadığı için beyhude bir çaba izlenimi vermekten kurtulamıyorlar. Albümü bitiren “Lower,” yumuşak ama tedirgin bir keyboard melodisinin üzerinde evrilen başarılı vokallerine rağmen, “nihayet bitiyor galiba” hissiyatını değiştiremiyor. 01:55’te giren distortion’lı bölüm, “ben bunu kesinlikle daha önce dinledim” fikrini adeta güçlendiriyor. Solberg’in “a a a a a aaa”ları yine Şebnem Ferah’ı çağrıştırıyor. Albümün bonus şarkısı “Pixel”i dinlemek sonraya bırakılıyor.
The Congregation sona eriyor…
“Ihsahn’ın sahne grubu Leprous,” bu albümle birlikte “Einar Solberg’in solo projesi Leprous”a dönüşmüş gibi gözüküyor. Gitar işçiliği bir progresif metal albümü seviyesi için hazin seviyelerde sürünüyor. Bestelerin uzunluğu, içlerindeki harika fikirlerin öne çıkmasına engel oluyor. Şarkılar sahiden de kendi başlarına dinlenirse ‘iyi be’ dedirtecekken, bir araya gelip altmış altı dakikalık bir albüm oluşturduklarında, tüm esprilerini yitiriyorlar. “The Price” ve “Rewind” gibi iki enfes şarkı, The Congregation’dan bize/bana kar kalıyor. Leprous’ın geleceğine dair ilk defa şüphelerim oluşuyor. Bir sonraki albümde “Red”’deki djent denemelerine daha fazla yer verme planı ilk bakışta çekici gelse bile, bu denemelerde gitaristlerin mutlaka belirleyici rol oynamaları gerekliliği apaçık öne çıkıyor. Baard Kolstad albüm boyunca olağanüstü bir performans gösteriyor ama bana hala Tobias Ørnes Andersen’in yazdığı davulların yaratıcı tadını veremiyor. Bas gitar ilk defa soundda bu kadar silik bir rol oynuyor. Klavye ve vokal ağırlıklı besteler, Leprous’ı bir kısır döngüye sokmuşa benziyor. The Congregation hiçbir şekilde kötü denemeyecek ama Leprous’ın potansiyelinin de yanından geçmeyen bir albüm olarak anılacak gibi duruyor.
Bu noktada biz dinleyicilere sanırım biraz daha sabretmek ve Leprous’ın gerçek karakterine kavuşmasını beklemek düşüyor.
[1] Soldberg’in – bu ülkede ‘iyi ki var’ diyeceğim oluşumlardan biri olan – PasifAgresif‘e verdiği röportajdan grubun sözlerini gitarist Tor’un yazdığını ve hatta vokal melodilerinin de besteler oluştuktan sonra yazıldığını öğrendim. Her iki bilgiyi de müthiş bir şaşkınlık ile karşılamış durumdayım. Bu şarkıların vokal melodileri, nasıl olup da bestelerden sonra yazılır hala anlayamıyorum!!!…