“Bir başyapıtı, çok iyi bir albümden nasıl ayırt edersiniz?”
Bu soruya verilecek yanıtın bütün değişkenlerini bilmiyorum. Müzikalite, şarkılar, düzenlemeler, prodüksiyon, sound veya bir başkası? Hiçbirinden o kadar da emin olamıyorum. Ama en azından bir tane olmazsa olmaz kriterden haberim var: Bir başyapıtı asla, ‘tam istediğiniz gibi,’ anlatamazsınız.
Belki bundan belki de başka bir nedenden, üzerine yazmayı sürekli ertelediğim, hiç bulaşmamayı istediğim albümlerden biriydi Rust in Peace. Ne var ki, geçen hafta (21 Mayıs 2016) bu albümden bir başyapıt olarak bahsediliyor oluşunun en büyük müsebbiplerinden biri olan Nick Menza’yı kaybettik ve bu berbat haberi duyduğumdan beri içimden bir şeyler beni bu albüm hakkında yazma konusunda dürtüklüyor. Sanki Rust in Peace‘den bahsetmezsem Menza’nın hatırasını, ona duyduğum sevgiyi ve saygıyı eksik bırakacakmışım gibi geliyor. “Without Rust in Peace, no rest in peace” mi acaba?
Nick için değil elbette ama benim için öyle sanıyorum…
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=FYI1322iQDg[/embedyt]
Megadeth ile 1999 yılında tanıştım. O zamanlar walkman teknolojisi dışında bir yürür-müzik dinleticisi yoktu ve kötü bir kasete çekilmiş, kısık sesli bir Countdown to Extinction (1992) kopyasını defalarca dinlemekten, şarkıları bir ileri bir geri sarmaktan, walkman’ime zarar vereceğim korkusuyla yaşıyordum. Çat “Psychotron”… Çat “Ashes in Your Mouth”… Çat “Captive Honor”… Çat bir başkası… Döndüre döndüre bir hal olmuştu kaset de walkman de…
Niye bilmiyorum ama etrafımdaki herkes ve okuduğum her şey “Kauntdavnı beğeniyorsan, mutlaka Rast in Piise bakmalısın” demesine rağmen ben diskografinin yeni albümlerine doğru yöneliyordum. Youthanasia (1994), Cryptic Writings (1997) vs. kötü değillerdi elbette ama sonunda Risk (1999) ile tanışıyor ve Megadeth’in müziğinden gitgide soğuyordum. Ben daha fazla sertlik isterken, Megadeth artık çok daha yumuşak ve çok daha tekrarlı bir müziğe doğru evriliyordu. Nick gitmişti. Zaten Marty Friedman da ayrılmıştı ve artık benim için ne yeni Megadeth’leri dinlemek ne de eskilerine merak duymak zamanıydı…
“Megadeth’e dönüşüm” çok yakın zamanda oldu. Yeni albümler – daha doğrusu içinde eski Nevermore elemanı Chris Broderick’in olması sebebiyle Chris’li dönem Megadeth – denemeye değer olmalıydı diyordum. Ama yine hayalkırıklığına uğruyordum. Zira Chris Broderick teknik olarak dünyanın en iyi gitaristlerinden biri olsa da besteci olarak ilkokul şarkıları bile bestelememesi gereken biriydi ve yaptığı en iyi şey, kendisinden fersah fersah iyi besteciler olan Jeff Loomis’in ve Marty Friedman’ın partisyonlarını kusursuz çalmaktı. Megadeth’ten yine vazgeçmiştim.
Gerçekten geçen yıldı. İki bin on beş.
Nereden geldi bilmiyorum. İçime mi doğdu onu da bilmiyorum. Bir gün ‘kör şeytan’ bana – artık cigabaytlarca müzik taşıyabilecek yürür-müzik dinleticime – tüm Rust in Peace albümünü baştan sona yüklememi söylemişti. Albümden “Hangar 18″i, “Tornado of Souls”u ve “Lucretia”yı gitar soloları sebebiyle bayaa bayaa biliyordum. Diğer şarkılara da aşinaydım ama o güne kadar (2015 yaz aylarıydı) Rust in Peace‘i hiç baştan sona dinlememiştim. Ankara’dan Antalya’ya uçak yolculuğum boyunca Septicflesh’in Titan‘ını (2014) dinlemiştim ve Antalya’ya indiğimde önümde bir albüm mesafesinde daha yol vardı. Aynı ‘kör şeytan’ bana “aa Megadeth vardı” dedirtti. Play tuşuna bastım, shuffle’ı kapattım ve albümü dinlemeye başladım.
Albüm tıpkı Countdown to Extinction gibi Nick Menza’nın bir davul atağıyla başlıyordu. Nick, davula dair hiçbir konuda hiçbir şeyin ‘en iyisi’ değildi ama hiç kimse onun kadar ‘lezzetli’ değildi… Yine hatırlamıştım. “Holy Wars… the Punishment Due”nun olağanüstü gitar rifflerinden ziyade Nick’in ağız sulandıran davul partlarına takmıştım kafayı. Bir yandan yürüyor diğer yandan air-drum’ımı çalıyordum. Havadaki o zil tam da o “an”a denk geliyordu. Dave Mustaine’in pis pis çığırması, Marty’nin İspanyol-etkili akustiği, Dave Ellefson’ın dominant bas gitarı her şey bana on altı yıl öncesindeki heyecanı anımsatıyordu. Nostalji fena bir hissiyattı ve ben onun yanıltıcılığından çıkmak için “yok ya abartma” deyip duruyordum kendi kendime. Otuz üç yaşında adamdım ve çıktığı zaman, onu yazanların benden küçük yaşta oldukları 1990 tarihli bir thrash metal albümünü beğeniyor olamazdım! Benden geçmiş olmalıydı. Evet olmalıydı.
[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=Mr9q9d8-NhM[/embedyt]
“Holy Wars…”un taramalı gitarları beni coşturmamalıydı. Marty’nin mandolin mızrabı gibi tuttuğu penasını sürttüre sürttüre attığı solo ile gaza gelmemeliydim. Menza’nın davulları adımlarımı hızlandırmamalıydı.
“Hangar 18″e alışıktım. Sonrasında çıkan (The World Needs A Hero (2001) albümünden) sequel’i “Return to Hangar”ı bile ezbere biliyordum. O yüzden durulmalıydım artık. Öte yandan, o güne kadar “Holy Wars…”u hiç “Hangar 18″e bağlamamıştım ve adeta su gibi akıp giden bu geçiş, sanki “Hangar”ı daha da mükemmel hale getiriyordu. Marty’nin trademark soloları belki de ilk defa bu kadar güçlüydü. Bu kadar destekliydi. Bu kadar estetikti. Mustaine’e küfür ettim bolca. Marty’den sonra gelen her gitaristi “bugüne kadarki en iyi gitaristimiz” diye tanıttığı için, Nick’i abuk sabuk davulcularla bir tuttuğu için, hiçbir zaman bir daha bu kadar yaratıcı bir müzisyen grubunu bir araya toplayamadığı için, şu güzel ortamın içine ettiği için!
“Take No Prisoners”ı ilk defa dinliyordum galiba. Allah aşkına Nick’ten başka kim bu şarkının başına o atağı yazabilirdi? Bugün Donald Trump’ı destekleyen – laf aramızda ben de Trump’a (neo-)kapitalin bu faşist dünyasında nadide bir yer olduğunu düşünenlerdenim – Mustaine’in yazdığı sözleri suratımda hafif bir sırıtış ile dinliyordum. “Take no prisoners, take no shit!”… “Five Magics”i gerçekten ilk defa dinliyordum. Güzel bir bas introsu, güzel arpejler… Progressive heavy metal diye bir şey olsa, bu şarkı ona bir örnek olurdu herhalde: 5/8’lik bir ritm, son derece aksak ama Menza imzalı lezzetli davullar, enfes sololar. Marty’nin çaldığı neredeyse Ritchie Blackmore oryantalliği ile Japonya sevdasını karıştıran ve o güne dek benzerini dinlemediğim bir melodiyi keşfediyordum bu şarkıda. Yeni keşiflerin hepsinin bu kadar güzel olmasını diliyordum bir yandan da… Nitekim hemen sıradaki “Poison Was the Cure” ile bu dileğim de gerçeğe dönüyordu zaten. Megadeth-ıslak-rüyası bu olmalıydı. Parçanın kesikli giriş riffinden sonra giren Nick Menza atağı, Nick Menza’nın ta kendisiydi işte. Yaratıcı, basit, groovy, enfes… Bir şeyin hem bu kadar kolay hem de bu kadar zor olması nasıl bir yaratıcılık istiyordu, inanın kafam almıyordu.
Ama bu Nick. Ama buydu Nick…
O uğursuz gülüş ve Megadeth tarihinin en uzun rifflerinden biri ve sondaki o solo: Tabi ki “Lucretia” geliyordu. “Etrafımdaki her şeyin farkındayım ve saklanma yerime kaçıyorum; arkadaşlarım bana ‘Dave sen zaten kaçıksın’ diyor”… Sahiden de kaçık Mustaine karşıma çıkıyordu. Ama birazdan kulaklarıma gelen ve gelmesinden hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim o melodiler ile Mustaine’in kaçıklığı daha da ortaya çıkıyordu. “Tornado of Souls” büyük ihtimalle metal müzik tarihinde ‘düzenleme’nin zirve noktasında yalnız başına oturuyordu. Bu inanılmaz riffler, birbirinden çok farklı zamanlar ve ritmlerde o kadar kusursuz bir araya geliyordu ki insanın dili tutuluyordu. “Bana ne söyleyeceğim kim söyleyebilir?” ile başlayan bölümün bir önceki riffe bağlanabiliyor olması bile, bu şarkının insan elinden çıkma olmadığını ispatlıyordu. Groove üstüne groove yağıyordu. Ve Marty soloya başlıyordu. Başlarda her şey çok basit ilerliyordu. Utanmaz gitar-acemileri “ya bunu ben de çalarım ya” diyorlardı. Sırf Broderick ağabeyleri bile işin ‘çalmada’ değil de ‘o soloyu yazmada’ olduğunu cümle aleme ispat edecek olsa da, Marty işi oraya bırakmadan parmaklarını açıp ışık hızı ile yardırmaya başlıyordu. Daha sonra kendi solo albümünde (Future Addict (2008)) wah pedalları ile zenginleştirdiği – ve beni uçurduğu – son riffi çalarken, Marty insanı kendinden geçiriyordu. Sonra anlaşılan birileri yine progressive diyordu ki, Ellefson’ın dominantlığında başlayan bir “Dawn Patrol” ve ona bağlanmayı bir sanat eseri inceliğinde gerçekleştiren “Rust in Peace” arka arkaya geliyordu… Nick Menza yine herkesin çalabileceği ama kimsenin yazamayacağı o ataklarına bir yenisini ekliyordu. İnsanın gözünden yaşlar geliyordu. Yerlerine Kiko Loureiro ve Chris Adler’ı da getirsen, onların yanına başkalarını da eklesen, bu basitlikteki güzelliği sadece Friedman ve Menza ile yakalayabileceğini gösteriyordu bu şarkılar Mustaine’e ama o görmek istemiyordu. Görmüyordu. Belki görüyordu da, yapılacak hiçbir şey olmadığının yeni anlıyordu.
Rust in Peace sadece thrash metal tarihinin değil, metal/rock ve hatta müzik tarihinin en iyi yazılmış, en iyi çalınmış, en yenilikçi ve en iyi albümlerinden biri olarak tarihe çoktan geçti. Genelde geç keşfettiğim için kendime kızdığım albümler oldu ve olacaktır da. Ama neden bilmiyorum Rust in Peace söz konusu olduğunda aynı şeyleri hissedemiyorum. Belki daha önceden bilsem, Nick Menza’nın değerini bu kadar canlı hafızamda tutamayacağımdan, onu eskilerin arasına karıştırıp, hak ettiği değeri unutacağımdan korkuyorum. Bu nedenle Rust in Peace ile 2015 yılında tanışmaktan tuhaf bir haz duyuyorum.
Nick… İyi ki vardı diyorum.