nevermore – dead heart in a dead world (2000)

2000 yılına gelene kadar, kuruluşunun üzerinden yalnızca yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, iki adet başyapıt üretmeyi başaran Nevermore, yeni binyıla da bir başyapıtla başladı. Aslında gerçekten tüm hikaye burada bitiyor, çünkü Dead Heart in A Dead World, 2000’li yıllarda kendisinden daha ‘metal’ bir albüm tarafından alaşağı edilmedi ve şahsım adına yakın bir gelecekte edilebileceğini de düşünmüyorum. Şarkılara geçmeden önce sözü biraz daha uzatmam gerekiyor ve o gerekliliği de şu şekilde dolduruyorum: Bu albümün yazımı, esasında The Politics of Ecstasy ile Dreaming Neon Black sırasında verilen üç yıllık süre zarfına sığdırılmıştı. Şarkıların tamamı (albümde de tek gitarist olarak kalan) Jeff Loomis tarafından bestelenmiş, dolayısıyla da pilot olmak için gruptan ayrılan Tim Calvert’ın yokluğu, beste yapılarına yansımamıştı. Üstelik grup, bir de radikal karar alıp, bundan önceki albümlerinin çok başarılı prodüktörü Neil Kernon ile yollarını ayırmış, yerine yeni neslin en iyi metal prodüktörü lafını hiç düşünmeden verebileceğimiz Andy Sneap ile çalışmaya başlamıştı. Sneap’in kendi ifadesiyle çalışmaktan en çok zevk aldığı grup Nevermore ve en başarılı sonuçlarını da onlarla aldığını düşünüyor. Bunun ilk kanıtı da, 2000’li yılların ilk ve ne ilginç ki hala ‘en’ iyi metal albümü Dead Heart in A Dead World oluyor. Başyapıt!

İlk saniyesinden son saniyesine kadar bir gitar-work şovu ile açıyor albümü “Narcosynthesis”! Jeff Loomis’in pull-muting riffleri, inanılmaz melodileri (01:11-01:18 arasındaki nedir öyle ya?) ve gerçekten bir insanın yazması-atmasının imkansız gözüktüğü muhteşem solosu (03:28-04:13) ile Dreaming Neon Black’in üzerimizde bıraktığı melankoliyi bir anda yeniden, tıpkı The Politics of Ecstasy’deki gibi, öfkeye dönüştürüyor ve buna bir de ‘heavy’ ruh ekliyor. Müzikal açıdan bu kadar başarılı bir şarkı ile albüm açmanın getirdiği riski ise grup, albümün genelinde öyle başarı ile taşıyor ki, normalde ‘ya daha bu ilk şarkı ama benim bir kez daha dinleyesim var’ muhabbetini, neredeyse tüm şarkılara yayıyor. Şarkının tam olarak neden bahsettiği ise hala tartışma konusu. Öncelikle belirtmeliyim ki, Warrel Dane’in bir ropörtajına göre, albümün bazı şarkıları Dreaming Neon Black’teki hikayenin (hikayenin kendisi olmasa da, yan etkilerinin görüldüğü “Poison Godmachine,” “The Fault of the Flesh” gibi şarkıların) bir çeşit devamını oluşturuyorlar. Şahsen “Narcosynthesis”in bu kategoride değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şarkı ‘uyuşturucu-sentezi’ gibi bir anlam taşısa da, tam olarak uyuşturuculardan değil, (bilhassa din tarafından) uyuş(turul)muş bir toplumdan, belki de Amerikan toplumundan bahsediyor (ki 2005 albümü This Godless Endeavor’da benzer temalı “Medicated Nation” şarkısına rastlayacağız). Dini göndermeler, “biz son kişileriz ve görülmeyen bir tanrı için kanıyoruz,” “ideallerini çarmıha ger, beden domuzdur,” “ne arıyorsun?” gibi cümlelerde gizli olsa da, Warrel Dane bir kez daha yazdığı ‘karanlık şiirlerle’ yoruma çok açık bir şaheser ortaya koyuyor (bazıları şarkının bir ‘narco-analytic-therapy’ olduğunu; bazıları ise kelime anlamıyla narcosysnthesis’in İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan bir bomba olduğunu belirtiyorlar). “Narcosynthesis”in olağanüstü başarısına karşı, ne yalan söyleyeyim, albümün şarkı sıralamasını ben yapsam, ilk sıraya kesinlikle “We Disintegrate”i koyardım. İnanılmaz bir gitar riffi, mükemmel bir ana melodi (00:21-00:32), harika bir nakarat ve çok akılda kalıcı bir beste! Kesinlikle, Warrel Dane’in en iyi vokal performanslarından biri (eski Sanctuary çığlıklarından, bugünkü yarı brutal operatik katmanlı vokallerine kadar her şeyi gözler önüne seriyor!). Şarkı basitçe, insanın kendisini (belki de egosunu) toplumsal ahlaktan ve özellikle de teknolojiden özgürleştirmesi hakkında. “Hiç özgür olduk mu, yoksa teknolojinin köleleri miyiz?” diye soran Dane, büyük ihtimalle haftada beş gün, günde sekiz saat çalışan; çalıştığı işi bile yarım yamalak anlayıp, kendisi için hiçbir şeyi öğrenmeyen; kazandığı para ile mutlu olduğunu sanıp yeni bir araba alan; ve zamanla bu arabanın kölesi haline gelen modern toplum insanından dem vuruyor. “Yağmuru çağıran” hemen her şarkıda olduğu gibi, burada da çok güzel bir ruhani özgürlük söz konusu. Tam bir heavy/thrash albüm açılış şarkısı, ikinci sırada olmasının bile zararı yok! “We Disintegrate”in yavaşça fade-out’a dönen son bir dakikasından sonra, kulakları hedef alan “Inside Four Walls” tam bir groove bombardımanına misafirlik ediyor. Yeni nesil nu-metal bebelerinin yapmaya kastığı ama asla ve asla beceremediği groovy-metal riffleri tarihinin en iyi örneklerinden biri, belki de – şimdilik – en iyisi. Alttaki overdrive’lı bas melodileri, gerçekten kulak okyaşıcı. 01:03’te giren ritm bölümü, alanında, Nevermore diskografisinin en iyi işlerinden biri. Sözler anlamında albümün en doğrudan çalışması. Grup üyelerinin bahsettiği üzere, uyuşturucu bulundurmaktan dolayı gülünç derecede uzun bir zaman boyunca hapse atılan bir arkadaşlarının durumunu anlatan şarkı, içerdiği “şu bilinen bir gerçek ki: Amerika Birleşik Devletleri’nde, uyuşturucu bulunduranlar, çocuk tacizcilerinden, tecavüzcülerden ve katillerden daha çok zamanı hapishanede geçiriyorlar. Adalet bu mu? ‘Amerikan yolu’ bu mu?… Hayır!” bölümü ile de Amerikan adalet sistemine selamını çakıyor! Çok başarılı solosunu atlamak hiç olmaz elbette! Calculus 101, Intro to bilmemne 102 gibi; sosyoloji ve/ya antropoloji derslerinden birine benzeyen ismi ile sıradaki şarkı “Evolution 169”, Nevermore’un klasik lower-mid-tempo şarkılarından biri ve şu ana kadarki albümler içindeki benzer şarkılar göz önüne alındığında, bence en iyisi. 02:41’deki riff değişimi, şarkıyı çok daha sağlam bir yapıya büründürüyor. Loomis yine hayvani bir solo atıp spotları üzerine çevirse de, 03:12 itibariyle bütün müzisyenler saygıyı ne kadar hak ettiklerini gösteriyor. İsminden de anlaşılacağı gibi, şarkıda, modern insanın evriminden, sıkıcı ve amaçsız hayatından bahsediliyor; burada da açık bir “We Disintegrate” referansı görebiliriz diye düşünüyorum. “Zevk kubbesine hoş geldin; bir sandalye çek, kalabalık seni izliyor; bu deneyde fareleriz yalnızca; labirenti öğren ama sakın kendini bölme ikiye; seni aşağı çekmesine izin verme.” Şarkının özeti ise en sonda yer alıyor: “Aklını, tek bir tarafa yöneltme!” Ve elbette sıra geldi albümün ilk büyük highlight’ına: “The River Dragon Has Come”. Vaoovvv!! Evet çok Amerikan-vari oldu ama gerçekten: Vaaaoooovvvv! Sonda söylenmesi gerekeni başa alalım: Metal tarihinin en iyi şarkılarından biri! Yirmi sekiz saniye boyunca süren çok güzel bir arpej. Ardından ona eşlik eden harika bir kesik-gitar dinletisi (ki arada ‘flood’ lafının hemen üzerine işlenmiş inanılmaz bir prodüksiyon harikası var!). İlki 00:57’de gelen ve insanı mest eden gitar lickleri (hayatımda dinlediğim en iyi şeylerden biri kesinlikle!!!). Çok başarılı bir nakarat. Ve bu sıranın ikinci bir tekrarı… Eğer hala mest olup hayaller alemine dalmamışsanız, devamı da var! 03:13-04:10 arasında olan biteni kalbiniz kaldırır mı bilemiyorum ama bu süre içerisinde hayatınızda duyabileceğiniz en iyi sweep-pickingleri, tek gitar-çift gitar melodik bindirmelerini ve olağanüstü bir soloyu dinleyebileceğinizi belirtmeyi boynuma borç bilirim. Konu olarak, “The Tiananmen Men”den sonra bir kez daha Çin tarihini inceliyoruz. Bu kez yıl 1975. Yangtze Nehri’nin taşması ve sular altında can veren binlerce, on binlerce insan… Çinlilerin bu sel felaketine yorumu ‘Nehrin içindeki Ejderha’nın ruhunun kızdırılması! Devrilen hidroelektrik santralleri (dünyanın en büyüğü) ve pek tabi ki teknoloji-din eleştirisi. Warrel Dane, sondaki “Teknoloji canavarı, yedinci taç” metaforları ile bir kez daha metal müzik tarihine geçecek sözleri yazıyor. Bu kez referans Vahiyler Kitabı’na ve orada geçen Yedi Başlı, her başında da bir taç olan, Ejderha’ya gidiyor. Yangtze Nehri’ne, şeklinden dolayı verilen Ejderha benzetmesi de cabası. Gerçek bir sanat eseri! Nevermore tarihinde bir ilk olup ne ballad, ne de lower-mid-tempo bir beste içeren “The Heart Collector”, bir başka şaheser dinletiyor bizlere. Warrel Dane’in yürek parçalayan vokali, Jeff Loomis’in pamuk gibi melodileri ile sevişirken, Andy Sneap’çe öngörülen testere tonundaki gitarlar, şarkıyı bir Nevermore klasiği yapıyor. Bol tekrarlı olmasına rağmen, hiç sıkmayan ve dinlemekten bıkılmayan bir şarkı. İkinci tekrarın başındaki “ve sahne boş şimdi” sözlerini dile getiren Dane’in vokali, adamın kariyerinin en iyi işlerinden biri. 03:15’te giren solo ise, hiç şüphesiz Loomis’in o ana dek yazdığı en duygusal solo. Ve bu kadar duygusal bir şeyin nasıl bu kadar teknik olabildiği, yine benim algı sınırlarımı aşıyor. Şarkıda bir aktörden bahsediliyor. Ruhun ve umudun (“gözyaşı bile yok”) kalmadığı bir yerde, bu adam “kalpleri topluyor” çünkü kalpler kırık ve onarılmaları gerekiyor. Esas kalbi kırık olanın, aktörün kendisi olması ise olaya daha büyük bir hüzün katıyor (rol yapan = aktör). Klişeleşmiş ‘ağlayan palyaço’ hikayesine benzese de, hala son derece duygulu ve başarılı olduğunu düşünüyorum. Albümün en teknik, en kompleks ve en kaotik şarkısı “Engines of Hate” bir sonraki sırada yer alıyor. Kimi yerleri ile death metale, kimi yerleri ile ise heavy metale kaysa da, çok sağlam bir thrash metal bestesi olduğunu söylemek boyun borcu… 03:28’deki endüstriyelleşmiş thrash riffi gerçekten çok çok başarılı. Jeff Loomis 02:31’deki solosu ile yine döktürüyor. Şarkıdaki “nefret motorları”, büyük ihtimalle politikacıları hedef alan bir benzetme. “Senin kişiye özel şeytanın olabilir miyim? Geriye yaslan ve kelimeleri özümse; ve şölen yap aklımın tohumlarıyla. Omuzlarındaki şeytan olabilir miyim? Dünya daha da soğudukça, hepimiz düşeceğiz aşağılara. Ben yıkarım, ben (kutsal olanı) hiçe sayarım; ben gerçeği tükürürüm, nefretin motorlarına.” Nevermore’un din ve teknoloji ile birlikte en sevdiği konu olan politika ve politikacılar mevzusuna, öfkeli ve teknik bir bakış. Sekizinci sıradaki şarkı bir şeye benziyor! Evet evet benziyor! Yoksa?… Yok canım! Olamaz! Simon and Garfunkel’ın, dünyaca tanınan, yumuşak yumuşak şarkısı “The Sound of Silence” bu hali almış, resmen metalleşmiş olamaz! Ama oluyor işte!… Nevermore cover şarkılar konusunda ne kadar başarılı ve ne kadar orijinal olduğunu, bu şarkı ile bir kez daha kanıtlıyor. Akustik gitarın cömertçe kullanıldığı, sırf arpejli 1968 kuşağı şarkısını, full distortion, çift kros ve pull-muting gitar riffleri ile duyuyor, dahası yadırgamıyoruz! “Bu çıplak ışıkta görüyorum, on bin insan belki daha fazlası… söylemeden konuşuyorlar… dinlemeden duyuyorlar…” diyen karanlık sözleri ile hem Nevermore’a hem de Dead Heart in A Dead World’e çok yakışıyor. Keşke Paul Simon ve Art Garfunkel’ın da şarkı hakkındaki yorumlarını duyabilseydik! (Bir de ufak not: Warrel Dane, 2008 yılında çıkarttığı solo albümü Praises to the War Machine‘de bir başka Paul Simon şarkısı olan “Patterns”a yer verecektir!) Bahsi bolca geçen lower-mid-tempo Nevermore şarkılarından aslında her albümde bir tane bulunur ama “Insignificant” bu kez bir istisna oluşturup “Evolution 169″dan sonra karşımıza ikinci kez çıkan lower-mid-tempo şarkı oluyor. İlkinin daha başarılı oluğunu itiraf etmem gerekirse de, bu şarkının da dinlenilebilir şarkılardan olduğunu söylemek zorundayım. Bunda en büyük payı ise 03:18’de giren soloya veriyorum. Şarkının konusu çok ilginç: Dünya, malum brokerların, sanayicilerin, kodamanların, para babalarının ve politikacıların mekanı. Bu kişiler dünyayı adeta parmaklarının ucunda oynatıyor, ona buna yön veriyorlar. Bu rüzgarda savrulan insanlar ise, onların pis işlerini, veya bu çarkı döndüren işçiliklerini yapan işçiler oluyor. İşte böyle bir işçinin bakış açısından yazılan şarkı, “ben önemsiz miyim?” sorusunu, felsefi alana taşıyarak başarılı sözlere ev sahipliği ediyor. Açık bir referans olmasa da, Protestanlığın ‘önemsiz insan’, ‘kendini feda etme’ ve ‘seçilmiş kişi’ doktrinlerine gönderme yaptığını da düşündüğümü belirtmeliyim. Daha sonra single olarak da yayımlanacak ve Nevermore’u belki de ilk defa ana sahnenin aktörlerine tanıtacak şarkı “Believe in Nothing” oluyor. Albümün gerçek balladı da o zaten. Ballad’ların ticari bir hal almasından çok daha önce, Sanctuary’de bile, Warrel Dane’in ballad’lar yazdığını bildiğimizden, ticari bir koku almamıza, komplo teorileri yazmamıza gerek yok. Ağır bir distortion. Sözlerle tezat kaçsa da umut veren bir arpej ve melodi. Çok başarılı bir nakarat. Naif bir solo. Konumuz bu kez hayalkırıklıkları. “Garip ve yeni bir dünyaya; tüm gözyaşlarından sonraya; belki kendini gereğinden fazla düşmüş bulacaksın; bir kez daha bak, bir tur daha at; onlara tüm bu nefreti gerilerinde bıraktıramaz mıyız?; ve ben hala inanmıyorum hiçbir şeye; yarının neye benzediğini görebilecek miyiz hiç?” Eleştiri oklarının ucunda yine tanıdık bir kurum var: din. “Kimse kurtulmazsa, hiçbir şey kutsal olmaz; hiçbir şey sonsuza dek sürmüyor, yani günlerini say; hiçbir şey kesin değil, kimse gerçek değil; yarına dua et ve hala bomboş olduğunu gör!” Özellikle 01: 27-01:44 arasındaki muhteşem soloya dikkat. Albümü kapatan, bu muhteşem albüme de ismini veren şarkı oluyor. Bir dakika otuz iki saniye boyunca duyulan arpejli bir bas gitar ve bitiminde bütün dünyanın yıkılma anına benzeyen bir gitar-davul fırtınası… Tam da bu albüme, bu muhteşem albüme yaraşır, muhteşem bir kapanış şarkısı. Gitarlar girdiğindeki riffte bulunan overdrive bir kez daha nu-metal bebelerini kıskançlıktan çatlatacak cinsten. Sound ciddi anlamda bu dünyaya ait değil! “Ölü bir dünyadaki ölü yürek” başlığına tezat şekilde, zor da olsa görülen tünelin sonundaki ışık bu şarkıda gizli. “Son hayatta kalanın da düştüğünü görmek; piç oğlanlarının dizildiğini görmek duvara; çürüdükçe ortaya çıkan boşluğu görmek; dünyanın ölü olduğunu gördüm, ihanete uğradım.” Manzara çok karanlık. Ama umut ve reçete de bir o kadar açık: “Tanrılarınızı yakın ve kralı öldürün; acınızı zapt edin… Hatırlamalıyız ki, böyle derin yaraların iyileşmesi zaman alır ve bazen ne kadar çabalarsak çabalayalım, hayat gerçek üstü gibi gelir.”

Her şeyiyle çok özel bu albüm burada kapanıyor.

Nevermore, Dead Heart in A Dead World ile bir kez daha imkansızı başarmıştır. Ve imkansızı başarması bu kez yalnızca bir sene almıştır. Son iki yıldaki ikinci, son dört yıldaki üçünü başyapıt, sanat eseri, şaheser, bir kez daha raflardaki yerini almıştır. Daha önceki albümleri görmezden gelen müzik basını, bu kez aynı hatayı tekrarlamamış, albüme gereken değerini yakıştırmayı çok uygun bulmamış olsa da, Nevermore’a kayıtsız kalmamıştır. Dead Heart in A Dead World, grubu ve şans ki, grubun gözden kaçan diğer albümlerini, dünyaya tanıtan albüm olmuştur. Nevermore, artık, yeni neslin gerçek metal grubu olmaya çok yakındır. Kendine has fanlarını hala tutuyor olmaları da cabasıdır. Ancak işler, bu kez beklenilenden daha farklı gelişecektir. İki yıllık dünya turnesi sonunda, grubu kaotik bir ‘iş dünyası’ bekliyor olacaktır.

*** Bu albümün ‘silver package’ sürümünde, kendilerinden bahsedilmeyi fazlasıyla hak eden üç şarkı daha var. Bunlardan ilki bir Judas Priest cover’ı olan “Loves Bites”, grubun coverlar konusundaki başarısını, bana göre, evrensel bir düzeye taşır. Judas Priest’in en ‘ağır’ şarkılarından biri, Nevermore’un elinde hem operatik hem de thrash/death metal bir hal almıştır. Tam 03:01’de giren riffler, ortamı dağıtır. Her şeyi değiştirir. İnsanı olduğu yerde zıplar hale getirir. Tüm zamanların en iyi coverlarının başında gelir. İnanılmazdır. Hatta o kadar ki, kalite olarak bu cover’ı geçemeyenler, bir daha cover yapmamalıdır. İkinci şarkı “All the Cowards Hide”, eski bir Nevermore bestesidir ve kendine, bundan önceki albümlerde yer bulamamıştır. Dead Heart in A Dead World’ün içinde de yer bulamaması ise bana göre iyi olmuştur, çünkü beste, yapısı itibariyle, bu albümdeki besteler kadar kaliteli ve göze batan cinsten değildir. Yalnız, bahsedilmeden geçilmemesi gereken bir solo ve solo altı ritm bölümü (03:16-03:50) içerir. Jeff Loomis’in en sağlam işlerinden birinin bu zayıf bestede yer alması ironik bir durum oluşturur. Son şarkı ise, demo günlerinden kalma akustik bir beste olan “Chances Three”dir. Umut dolu bir arpejin üzerine çift sesli vokallerini (neredeyse a capella bir minvalde) yerleştiren Warrel Dane, insana huzur veren sesine rağmen, yine karanlık bir şiire hayat vermektedir. Her üç bestenin de kendisini dinlettirecek özellikleri olması, bu limited edition’ı daha da değerli kılar. (Albümden sonra çıkan Believe in Nothing  ep’si de zaten bu şarkılardan oluştuğundan ayrı bir değerlendirmeye alınmayacaktır)