nevermore – dreaming neon black (1999)

1990’lı yılların metal müzik endüstrisi kurallarından biri olan ‘satan grubun’ yılda en az bir albüm yapma zorunluluğu gerçekten zalimane bir olaydı. Nevermore da, ilk üç albümünü (biri ep olsa bile) toplamda iki yıl içinde yayımlayarak bu kurala uymak durumunda kalan gruplardan biriydi. Ancak ne olduysa, o sıralar değeri pek bilinmese bile, açık bir başyapıt olan The Politics of Ecstasy albümünden sonra oldu. Grup, Century Media ile olan anlaşmasının bitimini de fırsat bilerek, yoğun turne programından sonra, kısa bir ara vermeye karar verdi. Warrel Dane, bu arayı, üzerinde uzun zamandır uğraştığı (ve başlarda uzun metraj bir film olarak çekmeyi düşündüğü), Patricia Candice Walsh [1] isimli eski kız arkadaşının/nişanlısının Amerikan ‘kabusu’nun yan etkilerinden din-merkezli tarikatlardan birine katıldıktan sonra aniden ortadan kayboluşunu (ve büyük ihtimalle de ölümünü) anlattığı projesi ile değerlendirmek istedi. Zaman içinde Dane’in yazdığı materyaller, birer şarkı sözü halini aldı ve Nevermore’un ilk ‘konsept’ albümü Dreaming Neon Black yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Prodüksiyon ve müzisyenliğin The Politics of Ecstasy ile hemen hemen aynı derecede insanüstü bırakıldığı (üstelik daha gelişmiş teknoloji ile desteklendiği!), dilim el verse ‘kendinden önceki başyapıtı da geçen’ diyebileceğim, mükemmel ötesi albüm, bu kez tüm dünya metal sahnesini derinden etkiledi. Son derece acıklı bir hikayenin, müthiş felsefi ve eleştirel bir dille anlatıldığı; bir yandan yoğun melankoli, bir yandan da neredeyse ‘mekanik’ kusursuzlukla işlenmiş teknik bir müzisyenliğin birleştiği Dreaming Neon Black ile Nevermore, 1900’lü yılları bir başyapıt daha ortaya çıkararak kapatmış oluyordu. Albümle ilgili son bir genel not, kadrodaki değişiklik ile ilgili olmalı. Hayallerinin grubu Cannibal Corpse’tan teklif alan gitarist Pat O’Brien, yerini eski Forbidden gitaristi Tim Calvert’a bıraktı. İki mükemmel gitaristin birbirinin yerine geçmesi, Nevermore müziğini fazla etkilemezken; dinleyici, Calvert’ın bestelerde daha aktif bir rol alması ile Jeff Loomis harici melodileri de duyma şansını elde etmiş oldu. Toparlamak gerekirse, Dreaming Neon Black’in üzerinde inanılmaz emek sarf edilmiş, gerçekten olağanüstü edebi bir eser havasında kaleme alınmış melankolik sözleri ve sözlerle bir o kadar alakasız ama yine o kadar uyumlu sert melodileri, insanüstü bir mükemmellikle bir araya getiren gerçek bir sanat eseri olduğunu söylemek istiyorum. Tek bir uyarı: Albüm asla ve asla tek seferde anlaşılabilecek bir müzik sunmadığından, kendisine en azından birkaç dinleme seansı ayırmanızı tavsiye ederim!

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=BsCpaUf2odE[/embedyt]

Clive Barker’s Lord of Illusion filminden alınma “karanlığa dokun, biz de seni bekliyorduk” dizelerinin iki defa tekrarlandığı, endüstriyel atıkların işlendiği bir fabrikadan çıkmış gibi duran ve kelime anlamıyla, albümün geneline yayılmış ‘yılan’ metaforlarını çağrıştıran kırk beş saniyelik ‘Ophidian’, nefes-al-ve-hazırlan temalı bir giriş parçasıydı. “Beyond Within” ile birleştiği yer ise efanevi albümün ilk efsanevi anını yaratıyordu. “Beyond Within” bu olağanüstü albümün ilk habercisiydi! Tim Calvert’ın gelişini kutlayan ve kulaklarımıza enjekte edilen riff kesinlikle bu dünyaya ait değildi. Gitarlar, anormal tonlanmış, katatonik bir testereyi andırıyordu. Dinleyici, daha ilk saniyede hipnotize edilmeye başlanıyordu. “Yeni bin yıla hoş geldiniz, nefret gezegeninin düşüşüne…” diyen Dane, hem 1999’daki Y2K kabusunu hem de Amerikan rüyasının sonunu salık veriyordu. Wade, dünyanın gitgide daha çekilmez bir yer oluşunu, bir reality-şov edasıyla, sus pus izleyen insanlığın rezil haline ağıtlar yakmakta ama araya kendisini de sıkıştırmayı ihmal etmemektedir.  Nitekim, şarkının son satırı “bir adamın akıl sağlığının düşüşüne hoş geldiniz” olur. Esaslı bir giriş. Tam bir başyapıt! Kız arkadaşı kaybolmuş bir adamın “kendimi bomboş hissediyorum” diyerek girdiği ciddi depresyondan dem vuran üçüncü sıradaki “The Death of Passion”da, Warrel Dane’in gittikçe sıklaşan kabuslarından bahsedilmeye başlanır. Bu kabuslar, zamanla o kadar gerçekçi hale gelir ki, Dane yapmayı sevdiği/yapmak istediği her şeyden elini eteğini çekme aşamasına gelir. Jeff Loomis’in gitarları bir kez daha inanılmaz teknik ama bir o kadar da melodik riffler çalarlar. 02:40’da giren kaotik solo, şarkıda kendisini anlatan Dane’in ruh haliyle tam uyum sağlar. 03:10’da giren bass-linelar ile güm güm vurulan ‘intiharsal’ tepkileri kulaklarımızda hissedene kadar, kaosun içinde yüzeriz. Albümün en ‘tekrarlı’ ama bir o kadar da dinlemesi zevkli şarkısıdır. Sıradaki “I Am the Dog” tam anlamıyla bir thrash metal festivalidir. Kabuslar artmıştır ve Warrel Dane, kız arkadaşının bir kuyudan seslenişine şahit olmaktadır. Kız bağırır: “Ben o köpeğim.” Gizemin çözüldüğü nokta ise şu dizelerdir: “O köpek yılında doğmuştu.” Her gün aynı kabusun görülmesi ile akıl sağlığı iyice tehlikeye giren Dane’in organize-din şebekesi ile hesaplaşmasını da içeren şarkıda, bir kez daha inanılmaz rifflere tanıklık ederiz. Özellikle bitiş bölümü ve insanın kafasına kafasına vurulan alto tonların ahengi görülmeye, dinlenmeye fazlasıyla değer! Sadece kulaklara değil, gözler kapatılıp dinlendiğinde, ruha da müzikal bir şölen sunan, gerçekten ‘his’li ve gerçekten ‘gerçek’ bir şarkı, tüm metal dünyasının en iyi (yarı-)ballad’larından biri ise bir sonraki sırada karşımıza çıkacaktır: “Dreaming Neon Black.” Warrel Dane’in bir röportajda söylediğine göre, kız arkadaşı gittikten epeyce bir süre sonra, Dane’in rüyaları da gitgide azalmaktayken, bir anda her şey yeniden başlar. Artık kız Dane’e seslenmektedir: “Rüyanda buluş benimle; boğulalım sularda.” İşte o anda der, Dane, “kızın artık ölü olduğunu anladım.” İşte bu acıyı duyarsınız bu şarkıda. Nakarattaki gitar melodisi ile Dane’in vokalleri neredeyse sevişirler. Bir gitar-vokal melodi uyumu ancak bu kadar güzel, bu kadar armonik olabilir. Ancak şarkının esas kısmı 05:04-06:22 arasında cereyan eder. Jeff Loomis’in muhteşem melodileri, Warrel Dane’in acı dolu, haykıran vokali ile o kadar uyumlu seyreder ki, duygulanmamak, hislenmemek, Warrel’ın acısını paylaşmak için içten bir istek duymamak neredeyse imkansız hale gelir. “Tek çarem, buluşmaz mısın benimle? Kaderin boğucu havuzunda, ay ve güneş hala bekliyorlar; buluşmaz mısın benimle? Aşkımız için sessizce acı çekiyorum, soytarı kaybediyor güvercinini…” Olağanüstü!

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=7mvlr1xzdcs[/embedyt]

Bu şok edici şarkının ardından, tüm metal tarihinin en felsefi şarkı sözü altıncı sıradaki “Deconstruction” ile karşımıza çıkar. Tercüme etmek gibi imkansız bir işe koyulmak istemesem de ana fikirden, ne yazık ki deli metaforlara fazla yer veremeden, bahsetmek zorundayım. Bundan önce bahsedilmesi gereken şey ise “deconstruction” (yapı-söküm) kavramının post-yapısalcı felsefeye (bilhassa da Jacques Derrida’ya) ait kabaca ‘öğretilmiş veya bir şekilde kullanılmış tüm veri/bilginin altındaki alt-metin bulunmadan, var olanın anlaşılamayacağı ve böylesi bir iş de mümkün olamayacağı için, var olan hiçbir şeyin gerçekte var olmadığı’ düşüncesini anlatan bir kavram olması elbette. Bu felsefi, potporik, kaba bilgiyi bir kenara bırakıp, şarkıya dönelim şimdi… Önce basit basit başlıyoruz (Tim Calvert’ın gitarları da derinden bir arpej ve çok hafif volümlü bir distortion veriyorlar arkadan): “İntiharı arzulayan düşmüş, silah yerine iğneyi alır eline; kendini çarmıha geren kurban anlamaz İsa’nın bizi hayatımız boyunca aldatıyor olduğunu; yıkım/yapı-söküm!” Ve sertleşiyoruz hemen ardından: “Şehit amacına ulaşır ve kutsal adamı yaralar; ve sekizinci günde Tanrı savaşma sanatını yaratır; gülerek planlar sonumuzu.” İşte ana felsefe de burada çıkıyor ortaya: Tanrı bizleri yalnızca birbirimizi yok etmemiz için yaratmıştır. İsa bunun en açık metaforudur. Yaşadıkça ölecek; doğdukça öldüreceğiz. Tanrının aksiyon-filminin oyuncularıyız biz. Bol kanlı. Acımasız. Yıkıcı. Yıktıkça açıklay(amay)ıcı. Açıkla(yama)dıkça boşluğa yaklaştırıcı. “Kim bakar cennetin bahçesine, yuttuysa yılan ışığı? Kim yer çürükleri, solucanlar görüşlerini kaybettilerse? Kim ırzına geçer zayıf olanın, geride kazanılacak bir şey kalmamışsa? Kim sürer bu kısır, kara toprak atıklarını?” Sorular cevaplarıyla gelir: “Yıkım/Yapı-söküm.” Araya sıkıştırılan akustik solo gerçekten can yakar ama Warrel daha da acıtmaya devam eder: “Kim yalar yaralarımı, konuşmamı alırlarsa? Kim geçer sıraya, çoban avlıyorsa koyunlarını? Yarını görebilir miydin, gözlerini çıkartsam? Yeni çağın kehanetinin hor görümünün altından kıvrılabilir misin?” Ve bu şaheser şöyle son bulur: “Dünyamız, yıkımda/yapı-sökümde.” Şaheser! Albümün müzikal anlamdaki en iyi şarkılarından olan “The Fault of the Flesh” bir sonraki sırada çıkar karşımıza. Jeff Loomis yine baş rolü kimselere bırakmaz. 00:39’da giren gitar riffi herhangi bir metal şarkısında duyabileceğiniz, en iyi şeylerden biridir. Özellikle ritm bölümü, tüm şarkı boyunca o kadar güçlü devam eder ki, aralara serpiştirilen melodik bölümleri dahi geçip ‘daha sert, daha sert’ diye bağırası gelir insanın! Bir önceki şarkıda insanları birbirine düşüren olarak tanımladığı Tanrının insan sevgisinin karşılıksız olduğunu söyleyen Dane, aslında kendi aşkını da anlatır bizlere. İnsanın kusurlu olduğunu ve bu kusurun ‘yıkım’a yol açtığını zaten görmüştük ancak her yeni düşüşümüzde sarılacağımız umudun, yani Tanrının, karşılıksız sevgisi ile ilgili olarak kaleme alınmış, bolca organize-din eleştirisi ile dolu harika bir şarkıdır. “Parazit olan insan; sebep olan insan: bizleriz dünyanın yaratıcısı ve yıkıcısı.” Klasik Nevermore lower-mid-tempo şarkılarının Dreaming Neon Black’te vücut bulmuş hali sekizinci sıradaki “The Lotus Eaters” olacaktır. Neredeyse doom metali andıran, uzatıldıkça uzatılan gitar riffleri ve “Lütfen Tanrım, neden duymuyorsun bizi? Lütfen Tanrım, neden dinlemiyorsun bizi? Lütfen Tanrım, neden korkmak zorundayız senden? Lütfen Tanrım, neden aldın onu benden?” diye yakaran Dane’in hüzünlü sesi, şarkının en ayırt edici yanlarıdır elbette. Bu kez hikayenin yönü de değişir zaten. “Nilüfer Yiyiciler” esasında Afrika’da bir kabiledir (veya Odyssey’de geçtiği üzere, nilüfer çiçeğine bağımlı bir grup) ve yedikleri nilüfer çiçekleri, hafızalarını kaybetmelerine neden olmaktadır. Buradaki kilit soru ise şudur: Hafızası olmayan birinin de Tanrısı var mıdır? Bir yakarış. Bir acizlik.

[embedyt] http://www.youtube.com/watch?v=P139zicKNE0[/embedyt]

Sıradaki şarkı ile sanki biraz konseptin dışına çıkarız. “Poison Godmachine” albümün en direkt, en metaforsuz şarkılarından biri olacaktır. “Medya makinesi ne yaptığını çok iyi biliyor; size zehri nasıl vereceğini biliyor; işe yaramaz küçük yaşamlarınız için, işe yaramaz bilgiler; TV yalan söyler ve pasifize eder; izlediğiniz her şeye inanıyor musunuz? Boşluğun çocukları, gelin takip edin beni; inancınızdan ve kefaretinden vazgeçin, kurtarıcı zaten görülmüyor; ben yeni uyuşturucuyum, sizin zehirli-tanrı-makineniz… zehir, bir kelime; tanrı, bir kelime… sizi korkutmak için!” Referanslar her ne kadar doğrudan olsa da, müzik öyle değildir. Albümün müzikal açıdan en kompleks şarkısı önümüzde arz-ı endam eder! 00:13’te giren bas riffinin 00:27’de aldığı hal, bir fenafillah makamı olsa gerektir. Ve tabi bir de 01:00’da duyulan o ‘şey’ var. Evet, ‘şey’ diyorum çünkü onu adlandırmak, sınıflandırmak gibi bir hataya düşmek istemiyorum. Kendisi, 04:18’de iyice evrilecek, beyin hücrelerime headbang yaptıracak ve ben burada tanımla mı uğraşacağım? En sağlam, en manyak, en teknik Nevermore şarkılarından biri! Jeff Loomis tam anlamıyla öldürücü!!! Hemen ardından gelen “All Play Dead”de lower-mid-tempo bir kez daha mevcut olsa da, burada diğer benzer şarkılara göre bolca atraksiyon da bulunur! Önce yine doom-tribinde bir riff, ardından hafif bir arpejli distortion. 01:36 itibariyle çok güzel bir solo. 02:08’de derinden giren çift kroslar. Ve 02:38 sonrasında heavy’den thrash’e kayan gitarlar! Müzisyenlik, tahmin edileceği gibi, muhteşemdir. Peki hikayemiz ne durumdadır? Yaralı hayvanları düşünün. Bir sonraki saldırı üzerlerine gelmesin diye ölü taklidi yapan. İşte onlara benzetir insanları Warrel Dane bu şarkıda. Hepimiz ölüyü oynuyor, hikaye anlatıcılarını dinliyoruz. Bazen onları suçluyor, “yarına iyi geceler öpücüğü veriyoruz.” Bir kez daha, kayıp kız arkadaş/nişanlı ile doğrudan ilgili olmayıp, kokuşmuş sistem eleştirisine takılıyoruz. Albümü kapatmaya yaklaşırken, “Cenotaph” ile Tim Calvert giderayak bizlere son bestesini sunuyor. Nevermore standartları için biraz fazla Bay Area-thrash metali ama onun da lower-mid-tempo olanı. Hikayenin ‘depresyon’ kısmı için düşünülmüşe benzeyen ve neredeyse bir kuyudan seslenen operatik vokaller gelir kulağa. “Cenotaph” kelime anlamıyla, bir mezarın üzerine dikilen anıtı sembolize etse de, genellikle mezar kazıldığında, altında ölüden geriye hiçbir şeyin kalmamış olduğunun fark edildiği mezarlar için kullanılıyor. Şarkı da sanki bu doğrultuda son derece ağır ağır mezarı kazıyor, sonunda ufacık bir heyecan dalgası yaratıyor ancak yine hayal kırıklığına uğramış şekilde sona eriyor. Şarkıyı iyice vurucu hale getiren ise, mezar kazılırken çaresizce ona “uyan” diye bağıran Warrel Dane vokalleri oluyor. Gerçekten çok etkileyici. Hikayenin sonuna geldikçe, Dane’in artık rüyalardan da, kayıp kız arkadaşın/nişanlının hayallerinden de kurtulmak isteyişini dinliyoruz. “No More Will” de, ne yaparsa yapsın, bunun imkansız olduğunu hatırlatıyor bizlere. Usul bir akustik arpejle başlayan şarkıda albümdeki en iyi sözlerden birine şahit oluyoruz: “Yaşamak için hiçbir isteğim kalmadı, dünyanın silinip gittiğini görüyorum; içimde hiç umut yok, zaten hayatım da hiçbir şey ifade etmiyor; biraz grinin tonları, yitip gideceğim yeniden.” İşte tam burada Jeff Loomis bombayı patlatıyor. 01:28’deki gitar riffi ile bir kez daha tanımlıyor Nevermore müziğini. Teknik bir kez daha nasıl olduğunu anlamadan buluşuyor melodi ve hissiyat ile ve yer yine yerinden oynuyor. Dane devam ediyor: “İnkarının kalbinden besle beni; bu kadife uyku sadece aptalların inancı; gözlerini kendin kurula, seni kendi yerime koyamayacağım; kendi rüyalarına veba bulaştır, ben seni izliyor olmayacağım; kurtar beni bu karmaşadan; bu tozlu gözyaşları, nedenini bilen birinin sebepleri.” İsyan gelişiyor. Aslında isyan neye karşı gelişiyor bilemiyorum. Kayıp kişiye isyan, suçlamayı ona karşı yapma, belki de bir çeşit nefret geliştirerek kendi kendini soğutmaya çalışma… Her ne ise, başarılı olamıyor Dane: “Hala hissediyorum seni burada, yağan yağmursun sen; acıyı canlı tutan sessin sen, ben de çıldırmış aşık; güçlü olmalıyım, çünkü aşk uzun uzun yakar, biliyorum.” Muhteşem bir şarkı. Muhteşem bir vokal. Muhteşem bir beste. Ve “Forever” kapatıyor albümü. Ürkütücü, acıklı, melankolik ve kesinlikle etkili! “Bu neon karası karanlıkta, hala onun yüzünü görüyorum; bana en karanlık saatleri getiriyor, umutsuzum; acı yeniden doğuyor; hep kalbimdesin, hiç ölmedin; sen ebedisin, hala merak ediyorum neredesin; biliyorum, rüya görüyorsun, biliyorum huzurlusun; rüya zamanı buluşacağım seninle; ne zaman çağırsan geleceğim, sana doğru yüzeceğim; hep kalbimdesin, hiç ölmedin; sen ebedisin, hala merak ediyorum neredesin; biliyorum neon karası rüyalar görüyorsun.” İnkar, hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.

Sanatın en kişisel, en anlamlı, en hüzünlü, en depresif ve en sert hallerinden biri ile kapatıyor eski milenyumu Nevermore. Üç sene önce bir başyapıt yayımlamış olmaları, üç sene sonra bir başka başyapıt meydana getirmelerini engellememişti; ve şüphesiz ,verilen arada yazdıkları yeni şarkılarla, sadece bir yıl sonra üst üste üçüncü başyapıtlarını vermelerine engel olmayacaktı. Metal tarihinin en iyi birkaç konsept albümünden biri, aynı zamanda metal tarihinin en büyük albümlerinden biri olarak Dreaming Neon Black biz şanslılara sunulmuştu. Artık Nevermore, büyük sahnenin tahtına oturmaya hazırdı. Tüm dünyanın tahtına oturmalarına ise sadece bir sene kalmıştı…

 

[1] Warrel Dane’in nişanlısının ismini zikrettiği röportaj için, tıklayınız.