Burada, artık var olmayan bir grubun, giderayak bıraktığı bir albümden bahsetmeyeceğim sadece.
Beni bir müzik dinleyicisi olarak her daim heyecanlandırmış, her daim yeni keşifler yapmamı sağlamış, en kötü günlerimde de en iyi günlerimde de hayatıma soundtrack olmuş şarkılara imza atmış ve bana kalırsa 1990-2010 arasında çıkan tonlarca metal müzik grubu ve müzikal oluşum arasında en iyi olmayı başarmış Nevermore’a bir taziyede bulunmaktır niyetim. Bunu yaparken aşırı övgüye de, hayalkırıklıklarıma da, aşırı sövgüye de yer vermek istemiyor gönlüm. Gelin görün ki, Nevermore her şeyin en iyisini olduğu gibi, son albümüne yönelik eleştirilerin de en iyisini hak ediyor. Ben, kendim ve geçmişime kattığı her şey ile Nevermore’a saygılar burada kalmıyor, kalamıyor…
Nevermore’un sıradan bir metal dinleyicisi için ne anlama geldiği, ne çeşit hisler uyandırdığı ya da bu son albümün kimler tarafından nasıl bir heyecanla bekleniyor olduğu gibi soruları takip etme fırsatım olmadı, böylesi bir şeye ihtiyaç da duymadım. Uzun yıllardır müzik dinleyen biri olarak, beni yeni materyallerini bekleme heyecanı ile sarıp sarmalayan tek gerçek metal müzik grubu Nevermore oldu. Besteleri, sözleri, en küçük riffleri, en sıradan besteleri ve hatta en vasat şarkıları bile benim için çok özel olan tek metal müzik grubudur hala Nevermore. Yalnızca kendi heyecanlarımın ve müzikal beğenimin etrafında şekillendirdiğim hislerimle söyleyebilirim ki, son on-on beş yıldır gerçekten yaratıcı, özgün ve insanı kendisine bir hamlede bağlayan tek metal müzik grubu Nevermore. İşte bu yüzden, bu yazı sadece bir albüm kritiği değil, aynı zamanda bir beklenti kritiği de olmalı. Objektiflik, bu yazının yamacına – mümkün olduğu kadar – uğramamalı.
Bu temeli attığımıza göre, şimdi en baştan başlayabiliriz.
Şaheser albüm This Godless Endeavor’dan 2010’a beş yıl, bir gitarist, bir tur gitaristi, bir çift albümlük konser dvd’si, bir re-union kararı, iki solo albüm ve yüzlerce konser geçmişti. 2000’li yılların ilk yarısına üç albüm sığdıran, kariyerinin ilk on bir yıllık bölümünde altı albüm ve bir de (tamamı daha önce duyulmamış şarkılardan oluşan) ep çıkartan bir grup için, bu süre ziyadesiyle uzun kaldı. Belki Nevermore elemanlarının bu araya ihtiyaçları vardı ve, belli ki, boş boş oturmak yerine grupları adına değil de, kendileri adına ürün vermeyi daha uygun bulmuşlardı. Hem Warrel Dane’in hem de Jeff Loomis’in solo albümleri – haliyle – Nevermore’dan izler taşısalar da, bir araya gelip ortaya çıkardıkları materyallerden daha farklı kodlara ve kurallara sahiptiler. Warrel’ınki daha vokal odaklı bir heavy metal albümü iken, Jeff’inki tamamen enstrümental şarkılardan oluşan, modası 1980’lerin son, 1990’ların ise ilk yarısında tavan yapmış – ve geçen bunca süre zarfında iyiden iyiye yok olmuş – türde, dört başı mamur bir metal-gitar albümü olmuştu. Her iki albümden benim çıkarttığım sonuç, elemanların içinde kalmış ve daha önceleri Nevermore’a uymayacağını düşündükleri fikirleri, bir şekilde sistemlerinden attıkları ve bunun da yeni Nevermore albümü, The Obsidian Conspiracy için daha olumlu olacağı düşüncesiydi. Bu düşüncenin gerçeğe ne kadar yakın olduğuna geçmeden önce bahsedilmesi gereken öncelikli noktalar da var elbet.
Başta söyleyebilirim ki, This Godless Endeavor’da Nevermore saflarına katılan ve bu katılımı ile söz konusu albümün mükemmelliğine ciddi katkılarda bulunan Steve Smyth’in böbrek sorunları nedeniyle gruptan ayrılması, yalnızca gruptakiler için değil, fanlar için de büyük bir yıkım olmalıydı. Aslında Smyth’in bu şanssız rahatsızlığı atlattığı ve hala The Esseness Project ve Forbidden’da çalıyor olması, bana albüm öncesi olası bir yeniden katılımın da söz konusu olabileceğini düşündürmüştü ama maalesef bu düşüncem ve dileğim gerçekleşmedi. Öyle ki, Nevermore tur gitaristiliği için bile Steve Smyth’e teklif götürmedi ve onlarca başvuru arasından 1986 doğumlu bir Macar gence, Attila Voros’a, bu şansı vermeyi uygun buldu. Tabi ki Voros’un The Obsidian Conspiracy’da herhangi bir rolü yok. Ama bunun daha doğrudan bir sonucu olarak, bu yeni albümün saf bir Loomis albümü olması anlamına gelmediğini de belirtmem gerekiyor. Daha önce debut albüm Nevermore’da, çok çok başarılı Dead Heart In A Dead World’de ve besteleri ile beğenilse de prodüksiyonu ile tu kaka edilen Enemies of Reality’de de yalnız çalışmış olan Jeff Loomis’in bu sorunu fazla kafaya taktığını düşünmesem de, 2008 yılında çıkartmış olduğu Zero Order Phase adlı solo albümünün ardından yeniden ‘grubu’ için beste yapmanın farklı olduğu da kulakla duyulan bir gerçek açıkçası. Bunun dışında, bir de albüm çıkmadan önce Jeff tarafından bir Alman müzik programına verilen demeçten de bahsetmeli. Buna göre Jeff, yeni albümde Warrel’a daha fazla ‘kendini ifade etme yeri’ vereceğini, gitar-numaralarının bu albümde, diğer albümlere nazaran, daha az yer alacağını açıklamış ve bunun “farklı bir albüm” olacağını da belirtmişti [1]. Bu konuya daha derinlemesiyle şarkı incelemesinde de geçmek gerekiyor.
İkinci bahsedilmesi gereken nokta ise hiç şüphesiz albümün prodüksiyonu ile ilgili. Bilindiği gibi, Warrel Dane’in solo albümünde birlikte çalıştığı eski – ve yeniden yeni – Soilwork gitaristi Peter Wichers, The Obsidian Conspiracy’nin kayıt sürecinde Nevermore’a, North Carolina’daki stüdyosunda yardımcı oldu. Albümdeki bestelere karışmayan, hatta albümün mastering’ini ve mix’ini de Andy Sneap’e devreden Wichers’ın, albümle ilgili ne gibi katkıları olduğu konusunda kesin bir şey söylemek kolay değil. Bu nedenle, Wichers’ın yaptıkları yerine, prodüksiyon adına yapılmamış olan ve yapılabileceklerden bahsetmek bana şimdilik daha mantıklı geliyor. Mastering ve mix için zaten söylenebilecek fazla bir şey yok. Tipik bir Andy Sneap kalitesi ve tipik bir Andy Sneap soundu burada da mevcut. Ancak, bu standartın dışında fazla özel bir şey olduğunu söylemek de çok zor.
Şarkıların tek tek incelemesine geçmeden önce bahsedilmesi gereken son konu ise, albümün çıkışı ve reklamı ile ilgili olmalı. Her şeyden önce Century Media’nın, beş yıldır sabırsızca bekleyen fanları bariz bir şekilde kandırıp, önce Ocak ayını, ardından Nisan ayını ve en son olarak da Haziran ayını ‘albüm çıkış tarihi’ olarak belirtmesi bence esaslı bir skandal ve küfür konusu olmalı. Ancak, albümün ‘trailer’ı adı altında hazırlanan elli saniyelik ve iki dakikalık iki kısa sample’ın iyi birer fikir olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Tabi, bilhassa iki dakikalık olan trailerın, şarkılar hakkında yarım yamalak fikir verdiği ve bu nedenle heyecana vurulan esaslı bir darbe olduğunu da eklemek şartıyla… Şahsım adına bir daha bu tip trailer’ları dinleyeceğimi sanmıyorum. Büyüyü bozmak ile iyi niyet arasındaki kalın çizgiyi aşmamak gerekiyor galiba bazen.
Gelelim şarkı şarkı The Obsidian Conspiracy’ye…
Albümü açan “The Termination Proclamation,” Enemies of Reality günlerinden kalma ultra-teknik death metal rifflerini 00:49’a dek insanın beynine beynine kazıyan sağlam ritm altyapılı, tipik kalitede bir Nevermore şarkısı olarak bizleri selamlıyor. Ancak, müzikal anlamda, tıpkı This Godless Endeavor’ı açan “Born” gibi, nakaratı ile tempoyu düşürse de ne yazık ki onun yarattığı heyecanı yaratacak bir bridge’e ev sahipliği yapmadığından ve diğer albümlerdeki kullanımın (süre anlamında) çok altında kalan solosu yüzünden, kanımca tüm Nevermore tarihinin en kötü açılış şarkısı olarak kalıyor. Şöyle bir düşündüğümüzde “What Tomorrow Knows”un inanılmaz gitar leadleri, “Optimist or Pessimist”in insanda air-guitar çaldırma isteği uyandıran gaza getirici beste yapısı, “The Seven Tongues of God”ın insanüstü riffleri, “Beyond Within”in olağandışı groove’u, “Narcosynthesis”in anormal karmaşıklıkta ve melodiklikteki gitar soloları, “Enemies of Reality”nin karmakarışık riff-melodi zenginliği ve daha önce bahsettiğim “Born”un harikulade bridge’i gibi akılda kalıcı faktörler, ne yazık ki “The Termination Proclamation”da mevcut değil. Harika bir riffin üç defa tekrar edilmesi ve vasat bir mid-tempo nakarat, Nevermore’dan beklentileri karşılamaya yetmez elbette. Warrel Dane’in vokallerde ve sözlerde bir hayli başarılı olduğu şüphe götürmese de, korkarım ki bu şarkının vasatlığında Dane’in rolü çok büyük. Tıpkı Jeff Loomis’in bahsi geçen Alman televizyonuna verdiği demeçteki gibi, Warrel’ın rolü, bu albümde Jeff’ten ve belki de gereğinden çok daha fazla. Buna rağmen, bu rifflerin altına çok daha karakteristik Nevermore leadleri yazılmalı, şarkı çok daha kompleks olmalıymış gibi geliyor insana. “Doğrunun ve yanlışın yolları, özgürlük adına birbirine karışıyor” ve “ölü gözler, düzensizliğin güzelliğini göremezler” gibi sözler her ne kadar mükemmel yazılmış ve dile getirilmiş olsalar da, daha uzun şarkılara daha çok yakışacak minvaldeler… Şarkının neredeyse ‘şak’ diye bitiyor oluşunu da Peter Wichers’ın bir eksisi olarak not edebiliriz sanırım. Kötü prodüktör Kelly Gray’in bile bir şarkının böyle bitmesine göz yumacağını sanmıyorum açıkçası. İkinci sıradaki “Your Poison Throne” için görüşlerim de ilk şarkıdan çok farklı değil açıkçası. Son yıllarda moda olan bir akım, Amerikan hardcore’u ile İsveç death metalini birbirine harmanlayıp melodik metalcore diye adlandırılabilecek türde ürünler vermek oldu. Bu trendin sıkı takipçilerinin Amerika’dan çıkıyor oluşu, hatta Darkest Hour gibi türün önde gidenlerinden birinin de Peter Wichers ile yakınlığı göz önüne alınırsa, Nevermore’un bu türe en yakın şarkısında bir Wichers-etkisinden söz edebiliriz gibi geliyor bana. Benzer şeyi deneyip çuvallayan Arch Enemy’nin Anthems of Rebellion adlı albümlerindeki “We Will Rise” şarkısı [2] ile neredeyse birebir aynı melodinin tekrarlandığı “Rise! Rise! Rise!” çığlıkları ile açılan “Your Poison Throne,” ne yazık ki tarihin en kötü Nevermore şarkılarından biri. Tanrı’ya bir yakarış şeklinde yazılmış sağlam sözlerine rağmen, bu kadar fazla riff tekrarının sebebi de yine bu sözler aslında. İlk albümden bu yana var olan tüm Nevermore şarkıları içinde, en fazla riff tekrarının yapıldığı ve eminim Loomis’in çalmaktan en az yorulacağı şarkı da bu (ki aslında bu önerme, albümün limited edition versiyonunda bulunan “Play Like Jeff Loomis” güzelliğinden de rahatlıkla anlaşılabiliyor!). Kulaklarımın duymasını istemediğin türden bir şey bu. Hayatımın en büyük müzikal hayalkırıklıklarından biri.
[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=S_XX3ZJCrQc[/embedyt]
Ama işte Nevermore bu… Böylesi büyük bir hayalkırıklığını nasıl giderebileceğini en iyi bilen metal grubu işte bu!.. Zira “Moonrise (Through Mirrors of Death),” yüksek ihtimalle albümün en iyilerinden biri. Dead Heart In A Dead World’den fırlamışçasına duran enfes gitar leadleri ve 00:40’da giren muhteşem ötesi riffe ev sahipliği yapan bridge, bir kez daha tempoyu mid-level’ın dahi altına düşüren nakarata rağmen, şarkıyı alıp götürüyorlar. Nakaratın hemen sonuna yerleştirilmiş “bu bir kendi kendine konuşma mı, bir psikoz mu, yoksa kendi kendini hipnoz mu?” dizeleri, hayatımda duyduğum en iyi Tanrı (kavramı) eleştirilerinden biri açıkçası. “Yaptığın en iyi hataya hoş geldin” diyen ölümcül dizeler ise belki de bir önce şarkının Nevermore grubu üzerinde yarattığı etkiye ithaf ile yazılmışlardır kim bilir? 02:26 civarında işittiğimiz Tom Morello tarzı soloların çok daha iyisi, This Godless Endeavor’da “Bittersweet Feast” şarkısında Steve Smyth tarafından atılmış olsa da, yine kısa ama etkililer. Ne yazık ki, bu bestenin de daha ileri bir seviyeye evrilmesi hissi ve ihtiyacı havada kalıyor (hala Warrel > Jeff) ama buna rağmen, şu ana dek dinlediklerimiz içinde Nevermore’a en çok benzeyen ve bizleri en çok heyecanlandıran şey bu! Ta ki bir sonraki şarkıya kadar!… Evet, Nevermore üçüncü şarkıdan sonra kendine gelmişe benziyor ve Jeff Loomis, “And the Maiden Spoke”da çıldırıyor. Intro niteliğinde, sanki Nile’dan ödünç alınmış o tuhaf oryantal melodi ve kesik riffler, 00:27’de yerlerini The Politics of Ecstacy günlerini hatırlatan korku verici riff’e bıraktıklarında, an itibariyle metal müzikteki en yaratıcı ve en iyi gitaristi dinlediğimizi yeniden hatırlıyor ve bunun için şükranlarımızı sunuyoruz. Yavaşlayan nakarat ve kısa solo(lar) bir kez daha karşımıza çıkıyor çıkmasına ama bu kez kafaya fazlaca takılacak bir durum yok. Müzikal açıdan kesinlikle daha ileri seviyelere evrilip, iyiden iyiye progresif bir hal alabilirmiş ancak bu haliyle bile gerçek bir başyapıt bana göre. Şarkının sözlerine gelince… Bir kadına hitap ederek “1617’de doğmuştu” diye başlıyor sözlere Warrel Dane. Bu tarihin bir kurgu karakteri mi yoksa gerçek bir ismi mi anlattığı henüz net değil. Sözler ilerledikçe anlıyoruz ki, bahsi geçen kadın, bir bakire, dini bir takım kurallara göre – ya da bu kurallar yüzünden – öl(dürül?)müş, ancak ruhu hala dünyada dolaşıyor. 1617 yılının, tarihin gördüğü en kanlı cadı avlarından birine sahne olması (Finspang – İsveç), seçilen tarihin tesadüfiliği hakkında kafaları karıştırıyor. [3] Bu kadının ruhunun (rüyasında) Warrel’a “korkulacak bir şey yok” şeklinde fısıldayıp öteki dünyadan bahsetmesi ise bir kez daha dini bir referans ile karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor. Bir ihtimal Warrel Dane kendince kurduğu bir hikaye üzerinden cennet-cehennem eleştirisi yapıyor ya da Dreaming Neon Black’te üzerine albümün konseptini oluşturduğu, kayıp (tarikat mensubu) kız arkadaşına bir ithafta bulunuyor. Eski albümlere göndermeler söz konusu olduğunda, “The Psalm of Lydia”nın da benzer bir konudan bahsettiğini belirtmek lazım elbette. “O sadece sistemin bir başka kölesiydi, mezara doğru sürüklendi”. Her şeyiyle dört dörtlük bir edebi eser! “Beni güneydeki kıyıya götür, engelsiz boşluğun içinde aradığım çok daha fazlası…” diye başlıyor Warrel bir sonraki şarkıya, “Emptiness Unobstructed”a. Albümdeki şarkılar içinde Dead Heart In A Dead World’den çıkmışa en çok benzeyen şarkı bu işte. Neredeyse ikinci bir “Believe In Nothing” vakası var burada. Zaten Warrel’ın söylediğine göre, iki şarkının benzer bir teması (intihar) da mevcut. “Emptiness Unobstructed”ın sözlerinde, grubun bir arkadaşının oğlunun intiharı ve Tanrı’nın (ya da aşkın olan herhangi bir şeyin) varlığının sorgulanması mevcut. “Mutlak soğukluğun içinde, soğuk gaddar gerçek, acılı bir melek var,” son zamanlarda bir müzik eserinde duymadığımız türden dizeler… Ana gitar riffi ve arpejlerin birbirini takip etmeleri çok güzel. 02:45’te bir anda değişecekmiş gibi yapan bestenin yerinde, tam o anda en sağlamından bir Jeff Loomis solosu olsa tadından yenmeyecek hale gelebileceğinden emin olsam da şarkının bu halinin de iyi bir solo içerdiğini (03:26-03:52) ve genel anlamda albümün iyilerinden biri olduğunu belirtmek boynumun borcu. Çok geyik bir yaklaşımla “bu dünyada babana bile güvenme” ana teması üzerine kurulu olan “The Blue Marble and the New Soul,” tempoyu iyiden iyiye düşüren, 01:10 civarında giren piano darbeleri ile şaşırtan, bir Nevermore şarkısında beklenmeyecek şekilde – çok derinlerden de olsa – klavyeli bir atmosferin üzerine kurulması ile farklı bir şeyler deneme isteğini gün yüzüne çıkaran tuhaf bir şarkı. 02:26’da derin bir iç çeken Warrel’ı – ki bu kısım da In Memory ep’sine adını veren şarkıya çok benziyor –, albümdeki en iyi sololardan biri ile tamamlayan Jeff Loomis, distortion’lı rifflerini 03:10 civarında kulaklarımıza gönderiyor. Bu riffler girdiği anda da şarkı klasik bir power ballad’ına dönüşüyor ve başlangıcındaki merak havası yerini “e, şimdi başka bir şey olmayacak mı?” sorusuna bırakıp, ufak da olsa bir hayalkırıklığına doğru evriliyor. Şarkıda sahiden hemen hemen hiçbir şey olmuyor. Distortion’lı gitar riffi biraz zorlanırsa kötü power gruplarınca bile taklit edilebilir diyebilirim. Prodüksiyonun en zayıf kaldığı, en Nevermore-a benzemeyen şarkı.
[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=vjQ63uB__OA[/embedyt]
Sıradaki “Without Morals,” neyse ki işleri yoluna koyma konusunda üzerine düşen görevi yapıyor. 00:37’ten sonra giren riff üzeri gitar lead’i sahiden çok göz alıcı ve elbette 00:54’te ortaya çıkan nakarat, bir önceki albüme sağlam selamlar çakmaktan geri durmuyor. Çok hoşlandığım bir şey olmayan mid-tempo düşüşlerinin işe yaradığı nadir anlardan biri bu aslında. Fakat işin tuhaf tarafı şarkının genel temposunun da mid-level olması! Prodüksiyonun tam anlamıyla batırdığı anlardan biri 01:54’te yapılan ses oyunu! Gerçekten bir Nevermore albümüne yakışmayacak derecede basit ve gereksiz. Neyse ki 02:27’de girip, albümdeki en iyi soloyu hayvan gibi bir gitar riffinin üstüne döşeyen, yetmeyip 02:44-03:18 arasında Iron Maiden-vari bir melodi yerleştirip bu gitar lead şaheserliğini taçlandıran Jeff Loomis olayı kurtarmayı başarıyor. [4] Öte yandan, müzikal açıdan başarılı bulduğum bu şarkı ile ilgili beni en çok şaşırtan şey, şarkının sözleri oldu. Şarkının bir mecazda mı bulunduğu yoksa doğrudan Warrel’ın görüşlerini mi yansıttığı, sözlerin genelinden maalesef anlaşılmasa da (genelde yalan ve gerçek üzerine kurulu bir deneme gibi gözüktü bana), Warrel tekrarladığı “ahlak olmadan bizler solarız, hatta ölürüz, ben öteki dünyaya inanıyorum, yanlışlarımızı düzeltemeyiz” sözleri ile bugüne dek Nevermore diskografisinde hiç göstermemiş olduğu kaderci ve hatta dini yönelimler sergiliyor. Bugüne dek yazılmış Nevermore şarkı sözlerini dikkatlice okumaya çalışmış biri olarak söyleyebilirim ki, Warrel Dane bir ateist değil. İnandığı şeyin, antropomorfik bir varlık olarak Tanrı kavramı değil, varoluşun temeli olarak (belki de hayatın telosu olarak) Tanrı olduğunu düşünüyorum. Tanrı-insan arasındaki hem rasyonel (Liebnizci) hem de teolojik ilişki, Nevermore şarkılarında hep var olmuştu (bu noktada, Dane’in bir agnostik olduğunu belirtmekte de sanırım fayda var). “Tanrı kavramı üzerinde anlaşmama konusunda anlaşabilir miyiz?” diye sorarken hep bu soruların etrafında dönüyordu Warrel. Bu noktada anti-Christ bir tavırdan söz etmenin de çok yanlış olmayacağına inanıyorum. Ancak, “Without Morals”da söylenilenler, daha birkaç şarkı önce cennet-cehennem eleştirisi yapmış Warrel’ın ‘öteki dünya’ ile ilgili farklı görüşlerinin de olabileceğini gösteriyor. Bundan da önemlisi, ahlak kuralları olmadan insanın var olamayacağı konusu. Açıkçası kendimi bildim bileli bu konunun tam anlamıyla karşısında durduğum için, Warrel’ın anlatmaya çalıştığını tekrar tekrar okuma ihtiyacı duydum. Ahlak kurallarının hangi düzlemde, hangi şartlarda, hangi insanlarca konulacağı ve bu kuralların kimlere ‘uygulattırılacağı’ apayrı sorularken, tüm dünyanın üzerinde anlaşabileceği bir ‘ahlak’ tanımından söz etmenin imkânsızlığı beni her zaman bahsi geçen kavrama karşı mesafeli bırakmıştır. Bu şarkıya kadar hemen her konuda benzer düşüncelerini paylaştığım Warrel Dane’in, bu ahlaki çıkışı ile beni çok şaşırttığını belirtmem şart. Gelelim bir sonraki şarkı “The Day You Built the Wall”a. Benzer isimdeki (“The Day the Rats Went to War”) Warrel Dane şarkısına – ki son derece sağlam bir şarkıdır – müzikal açıdan pek benzemese de, albümün bilhassa ikinci yarısında yer alan arpej-distortion uyumuna uyan bir beste. Büyük ihtimalle efektlerle değiştirilip iyiden iyiye kalınlaştırılmış Warrel Dane vokalleri ve üst üste binen kalın-ince vokal denemeleri başarılı olmuş. Bu anlamda, Loomis’in Almanya ropörtajında bahsettiği “Warrel’ın vokallerine özgürlük” sloganının canlı bir kanıtı olduğunu söyleyebiliriz. Gelin görün ki, tüm şarkının – başından sonuna – tek bir gitar riffi üzerine kurulması beni Nevermore adına endişelere sürükleyen bir nokta. Tek bir riffle bezeli doom-gothic ekolünü seven Dane’in daha ne kadar bu ‘atmosferik’ yarı ‘a-capella’ muhabbetine devam edeceğini merak ediyor ve bir an önce bu yoldan dönmesini diliyorum. “Dünyayı suçla ya da kendini suçla; ya da sadece değişmeyecek şeylerin değişmeyeceğini kabul et” deyip bana bir anlamda cevap veren Warrel’ı kınıyorum!!… Bir kez daha tempomuz düşüyor. Daha nereye kadar değil mi? Evet sanırım son olarak buraya kadar düşüyor tempo. “She Comes In Colors” bir buçuk dakikalık (ve Warrel Dane’in Praises to the War Machine’inden “Brother”ına çok benzeyen!) arpejli girişi ile insanı önce korkutuyor. 01:45’te giren bebek riff ise insanı kendine getiriyor. 02:02’den itibaren hücum eden insanlık ötesi riff ise adamı başta yaptığı yorumlardan utanacak hale sokuyor. Bu riff öyle bir riff ki, neredeyse bir “This Godless Endeavor” (şarkı olan) ile karşı karşıya olduğunu düşünüyor insan. 02:30’daki yeni tempo düşüşü bu düşüncenin yanlışlığını ispat etse bile, yine de bir hayli sağlam bir şarkı dinlediğimizi söyleyebilirim. 03:50’ye dek bir ümitle yeni progresif-sert elementler bekliyoruz ama 04:03’te giren solo ile anlıyoruz ki, “She Comes In Colors” böyle sona erecek bir şarkı. Son derece enteresan bir şekilde sözleri ile bana Puscifer’ın efsanevi “Rev 22:22″sunu andırmış olsa da, aslında Dreaming Neon Black’teki hanımefendiye sunulmuş bir yakarışın devamı olduğu da rahatlıkla tahmin edilebilir. Karşısındakine değişik renkler içinde görünüp asitli zeka oyunları oynayan bir hanımefendi, başka kim olabilir ki zaten?
[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=bMmXL_jxBDg[/embedyt]
Ve geliyoruz, albümün official halinin son şarkısına… Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyebiliriz ki, albümün de başyapıtına! Albümün isim şarkısı “The Obsidian Conspiracy,” benim tam beş yıl süren büyük bir açlık ve susuzluk gibi beklediğim Nevermore’dan duymayı en çok istediğim türde, tam anlamıyla insan-ötesi bir Nevermore şarkısı. Daha birinci saniyede anlıyorsunuz bu şarkının şakasının olmadığını. Loomis öyle bir riff yazmış ki, bunu dinleyip utanç içinde kendini diri diri mezara gömecek binlerce progresif metal gitaristi tanıyorum ben!! O nasıl bir tekniktir ve böylesi teknik bir şey nasıl bu kadar melodik olabilir? 00:09’da bir anda kısılan sesler, nasıl böylesi hayvani bir mini soloya ve alta yerleştirilmiş korkutucu bir gitar riffine evrilebilirler? Ama hepsinden önemlisi, tam 01:03, 01:04’e dönerken giren o riffin, 01:07’de başlayan ikinci yarısı, Allah için, nedir gerçekten? O ufacık melodiyi solo olarak atamayacak ‘virtüöz’ gitaristler var bu dünyada!!! Tüm dünya tarihinin görmüş olduğu en iyi rifflerden biri şüphesiz bu olmalı! “Yarat ve inkar et! Senin inançları sarsan kanatların; Obsidiyen Kumpas yükseliyor; utancını akla; Obsidiyen Kumpas yükseliyor; biz, sonuç itibariyle, Tanrısız olanlar, kendi kibirimizde boğuluyoruz, utanmadan, kendi isimsizimizi buraya getirmeyi seçiyoruz.” Bu albümdeki en tekrar edilesi, en kafa sallanası, en bağıra çağıra söylenesi dizeler oluyorlar. Aslında, prodüksiyon bir kez daha şarkının en vesveseli anında yavaşlamayı uygun buluyor ama bu şarkının yavaşlama gibi bir niyeti yok. Aksine, albümdeki en uzun ve en kompleks soloya geçiyoruz dakikalar 03:39’u gösterdiğinde. Loomis döktürüyor, biz bir kez daha neden Nevermore fanı olduğumuzu anlıyoruz. Keşke daha sağlam ve yaratıcı bir prodüktör sayesinde 05:16’lık süresi biraz daha uzaltılabilmiş, o inanılması zor riff, başka bir kompleks-teknik-melodik şahesere evrilebilmiş ve bu şarkı, tarihin görmüş olduğu en iyi metal şarkısı olmuş olsaydı ama bu kadarı da yetiyor bizlere. Kesinlikle bir başyapıt, kesinlikle normal değil ve kesinlikle bu albümün en iyi şarkısı!!
Albümün digipack veya limited edition versiyonlarına sahipseniz, The Obsidian Conspiracy, “The Obsidian Conspiracy” ile bitmiyor. Sırada daha iki cover şarkısı var. Bunlardan ilki, şahsi kanaatime göre, Radiohead’den sonra son yirmi yıldır en iyi ve en yenilikçi hard rock-art rock, hatta basitçe rock, çalışmalarına imza atmasına karşın, hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi görememiş, devasa grup The Tea Party’den geliyor. Benim için en iyi The Tea Party albümü, her daim TRIPtych kalacak ama insanların en çok sevdiği – daha doğrusu listelerde en yükseklere çıkmış – albümleri, Transmission’ın açılış şarkısı “Temptation,” Nevermore’un eline çok yakışmış. Orijinalinde, The Tea Party gitaristi ve solisti Jeff Martin’in İstanbul’dan aldığı bağlaması ile Neşet Ertaş taklidi yaparak girizgâh yaptığı bu enfes şarkının Nevermore versiyonu, daha önce bağlama ile çalınmış bu uzun havanın, Jeff Loomis tarafından bir adet akustik gitar icrası ile açılıyor! Jeff Loomis, bu iki birbirinden farklı enstrümana rağmen, bahsi geçen melodiyi tek bir nota bile atlamadan, daha da önemlisi, bağlamadan alınan o acılı ruhu da olduğu gibi muhafaza edip gerçek bir deha olduğunu da böylelikle bir kez daha ispat ederek, olağanüstü başarılı bir şekilde çalıyor. 00:55’ten itibaren giren davul ve gitarlar ile bu gaz şarkı, tüm haşmeti ile kulaklarımıza hücum ediyor. Warrel Dane’in sesi, Jeff Martin’den ayırt edilemeyecek derecede kalın ve gaza getirici. Dane hakikaten enfes bir performans gösteriyor. Özellikle, “biz, yanılsama korkusunun gerçek olduğu bir dünyada yaşıyoruz; ve ideal olanı inkar etmek ve karıştırmak için, geçmişe bağlanıyoruz; ancak içerideyken, hissedemediğimiz bir tanrıya akıl erdirebilir ve ona inanabiliriz,” kısmındaki vokali bana göre bu albümdeki en iyi Warrel Dane işi. Normalde Simon & Garfunkel’ın “The Sound of Silence”ında veya Judas Priest’in “Love Bites”ında olduğu gibi, ele aldıkları şarkıyı tümden değiştiren, hatta geliştiren Nevermore için biraz basit bir cover olduğunu kabul etsem de bu şarkıyı dinlemekten kendimi alamadığımı ve benim için “The Obsidian Conspiracy”den sonra, albümdeki en iyi şarkının bu olduğunu belirtmek zorundayım. Albümdeki ikinci cover ise efsanevi grup The Doors’un en çok bilinen ve sevilen şarkılarından biri olan “Crystal Ship”e yapılmış durumda. Bir kez daha şarkının özü ile oynanmamış. O basit, naif şarkı, aynı halinde bırakılmış. Bu kez Jim Morrison’a özenen Dane, bir kez daha bu ağır şarkının ve sorumluluğun altından oldukça iyi kalkabilmiş. Ve yine bir kez daha şarkının climaxinde Jeff Loomis’in olağanüstü gitar solosu yer almış. Şarkının orijinalinde de kendini çok sevdiren o solo, Loomis’in elinden çıkınca tadından yenmez bir havaya bürünmüş. Kesinlikle çok başarılı ve dinlemesi çok zevkli bir şarkı. Keşke albümdeki balladlar da bunun kadar heyecan verici olsaydı!
Şarkıları tamamladığımıza göre, albümün ve Nevermore’un son bir genel değerlendirmesini yapma sırası gelmiş demektir. Bunca olumsuz eleştiriden sonra, The Obsidian Conspiracy’nin, bir Nevermore fanı olarak beni tatmin ettiğini söylemem garip olacaktır. Nitekim böyle bir şey yapmayacağım. Ancak şöyle söyleyebilirim ki, bu albümün Nevermore’a yeni başlayacak ya da kendileriyle daha önce fazla haşır neşir olmamış insanlar için hala harika bir albüm olarak kabul edilebileceğine de eminim. Şarkıları taşıyan, verilmek istenen havayı tek bir kelimesiyle bile verebilen ve hissettirmek istediği duyguları son derece net ve başarılı şekilde dinleyicilere geçirmeyi başaran bir vokalist; olağanüstü başarılı gitar riffleri yazıp teknik ile groove’u birbirine doğaüstü bir yetenekle birbirine bağlayabilen, yetmeyip aralara enfes melodik pasajlar atıp dünyanın en iyi gitaristlerince bile ‘en iyi metal solo gitaristi’ olarak değerlendirilecek kadar iyi sololar atabilen, an itibariyle dünyanın en iyi metal gitaristi; dominant veya teknik olmasa da, işini layığı ile yapıp bir heavy metal albümünde istenilen tüm bas elementlerini toplamayı başarıp bestelerin ritmik altyapısının kurulmasında sağlam bir rol oynanan iyi bir bas gitarist; ve abartılacak ataklar veya dur-kalklı ritm değişiklikleri yapmıyor olsa da, son derece sağlam ve enerjik performansını her daim verebilen gerçek bir thrash metal davulcusu bu albümde ve bu grupta mevcut durumdaydı. Ama…
… ama, ne yazık ki, bu albüm tüm bu pozitif elementleri maksimum verimle karşı tarafa geçirmeyi başaramıyordu. Nevermore’un müzikal gelişimini yakından takip edenler için, ilk albümden ikinci albüme geçişteki teknik-groovy death metal riffleri eklentisi, ikinci albümden üçüncü albüme geçişteki konseptüel gelişim, üçüncü albümden dördüncü albüme geçişteki thrash-heavy kombinasyonunun tarihteki en başarılı sentezlerinden birinin ortaya çıkarılması, dördüncü albümden beşinci albüme geçişteki inanılmaz death-thrash ritmleri ve insanüstü gitar soloları, ve beşinci albümden altıncı albüme geçişteki olgunlaşma, altıncı albümden yedinci albüme geçişte, yerlerini bir gerilemeye bırakıyordu ne yazık ki. ‘Progresif’ kelimesini ‘ilerleme’ olarak algılarsak, bana göre dünyada gerçekten ‘progresif’ bir çizgide müzik yapan (her yeni ürünü ile kendisini geliştirip, pozitif yönde değiştiren) çok az sayıda grup var. Ve yine bana göre, Nevermore bu sayılan isimler içinde, hem metal müzik gibi ilerle(t)mesi çok çok zor bir türde yer alıp hem de en az bunlar kadar ilerleme kaydedebilen tek metal grubu-ydu! Elbette, en iyi progresif grupların dahi tek tük tökezlemeleri, geriye atılmış adımları olacaktır ve olmuştur. Kendi adıma, bu albümü, bu kategoride değerlendirmeyi; daha önemlisi, aradan geçen – ve grup için uzun sayılacak – beş yıllık süreyi ve bu sürenin sonunda çıkan The Obsidian Conspiracy’yi, Nevermore’un birbirini yeniden tanıma süreci olarak algılamayı tercih ediyordum. Warrel Dane’in zaten kendi vokalini ön plana çıkartabileceği – ve fakat gelin görün ki bu fırsatı tam olarak değerlendiremeyip, bir nevi yarı-Nevermore albümü ile ortaya çıktığı – bir solo albümü/projesi varken, daha fazla vokal ağırlıklı bir albüm fikrini Nevermore’a taşımasına pek sıcak baktığım söylenemezdi. Hele bir de o günlerde yeniden bir araya gelme kararı almış olan Sanctuary’nin varlığı da düşünülürse, bir sonraki Nevermore albümünde Warrel Dane’in eski Nevermore’u özleyebileceğini ve eskisi gibi gitar ağırlıklı bir Nevermore albümü yapılması yönünde istek duyabileceğini istiyordum ve umuyordum. Jeff Loomis’in de onlarca yıldır çıkartmayı düşündüğü solo albümünü sisteminden attığı düşünüldüğünde, bir sonraki Nevermore albümüne daha fazla gitar numarası ile dâhil olacağını diliyordum. Bu ikilinin eskiye dönmesinden daha önemli olmasa da, Peter Wichers’ın Nevermore için uygun prodüktör olmadığının ispatlanmış olduğunu ve Andy Sneap’e geri dönüşün, grup için en uygunu olacağına inanıyordum. Eğer illa bir değişikliğe ihtiyaç varsa, hem ülkelerinde hem de Avrupa’da Nevermore ile çalışmak isteyecek çok daha yetenekli ve kaliteli prodüktör bulabileceklerine emindim. Sonuçta bahsettiğimiz şey Nevermore’du ve beklentiler de, onların bugünkü müzik dünyasındaki yeri kadar, yükseklerde olmalıydı. Bu albüm iyi bir çerez olsaydı, bir iki yıla kadar çok daha Nevermore’a benzeyen bir kulaklarımıza hücum etseydi…
Olmadı. Etmedi.
Nevermore, bugün bile nedeni hala tam olarak açıklanamayan bir dizi faktörden ötürü dağıldı. Araya soğukluklar, birbirine laf atmalar, suçlamalar girdi. Jeff Loomis solo projesi ve Conquering Dystopia’sı ile oldukça meşgul olmaya başladı, hem Dane’i hem de Sheppard’ı bünyesinde barındıran Sanctuary daha bir ay önce yeni albümünü çıkardı, Van Williams Ashes of Ares, Pure Sweet Hell, Ghost Ship Octavius derken vokalist bile olma hevesine kapıldı… Nevermore efsanesi, kendi kariyerinin en kötü albümü ile hayatını sonlandırdı. Evet o albüm hala 2010 sonrasında çıkan en iyi metal albümlerinden biri olarak kaldı kalmasına ama Nevermore’un hayranlarını alıştırdığı ilerlemenin, yeniliğin, lirikal ve müzikal eşsizliğin yanına yaklaşamadığı için ağızda buruk bir tat bıraktı. Bir efsanenin böyle son bulması üzerken, bir yandan da zorla devam ettirilip daha derine batmasına izin verilmemesi ile buruk da olsa mutluluk verdi. İdealler dünyasında birilerine – kendinden sonra geleceklere – örnek alınabilecek son derece şık bir hikaye bıraktı ve misyonunu tamamladı. En az dört olağanüstü albüm (The Politics of Ecstacy, Dreaming Neon Black, Dead Heart In A Dead World, ve This Godless Endeavor) ve arkasından hala özlemle anılan muhteşem bir anı, hepimizin yanına kar kaldı. İyi ki vardı. İyi ki hala kulaklarımızda. İyi ki hala oralarda bir yerlerde…
[1] “Nevermore – Jeff Loomis Interview, Wacken 2009,” YouTube, 18 Eylül 2009.
[2] “We Will Rise,” Anthems of Rebellion – Arch Enemy, 2003.
[3] Warrel Dane’in 2010 yılının son günlerinde verdiği bir röportaja göre, grup This Godless Endeavor’ı Andy Sneap’in İngiltere’deki evinde kaydederken, Andy’nin annesi ve eski kız arkadaşı, Warrel’a içinde bulundukları evin lanetli olduğunu ve 1617’de öldürülen bir kızın ruhunun hala orada dolaşıp masaları ve sandalyeleri yerinden oynattığı, sesler çıkarttığı ile ilgili bir hikaye anlatmışlar; Warrel o gece rüyasından uyanıp bu seslere bizzat şahit olmuş, hatta kızın söylediği bazı kelimeleri de duyduğunu belirtiyor ki, verilen bu referanslar şarkının sözlerini daha anlaşılır kılıyor.
[4] Bu noktada yine de belirtmem gereken bir şey var, 03:03’teki gitar melodisinin çok benzerini Arch Enemy’nin “Savage Messiah”sında da bulabilirsiniz – Jeff Baba’dan pot diyelim biz bu işe!.. Bknz. “Savage Messiah,” Wages of Sin – Arch Enemy, 2002.