Devin Townsend’ın, Punky Brüster’daki punk-pop-rock konseptinden sıyrılması ve kendi diyarlarına dönmesi, yalnızca bir senesini almıştı. Bugünlerde – popüler şekliyle – ‘progresif’ diye adlandırılan ama benim daha çok ‘yaratıcı’ sıfatını vermeyi tercih ettiğim, katmanlı, görece uzun, müzisyenliğin ön planda olduğu ve bir konusu, bir derdi, bir amacı olan müzik, Devin’ın kanında mevcuttu ve akacak kan, onun damarında da uzun kalmadı. Ocean Machine, Devin’ın yeni projesiydi. Strapping Young Lad’in nefret dolu, öfkeli, hırçın ve deli havası, Biomech‘teki bestelerin derinlikli, daha sakin, daha yumuşak, büyük ölçüde de ‘deniz gibi’ havasına uymayacağından, Devin herhangi bir projeye verilmiş en güzel ve en uygun isimlerden birini seçmiş ve yarattığı konsepti daha paketinden belli etmeye karar vermişti.
Herhangi bir nesneye ‘deniz gibi’ sıfatını vermenin fazla açıklayıcı olmadığının farkındayım, ancak Biomech için verilebilecek en açıklayıcı ve en kapsayıcı tanımın bu olduğundan da bir o kadar eminim. Şarkılarda belirli bir konsept olmasa da albüm başından sonuna dinlenildiğinde birbirini takip eden, bazen coşkulu, bazen durgun ve en sonunda da sakinleşip yok olan bir dalganın varlığını hissetmek hiç de zor olmuyordu. Şarkı sözlerindeki samimiyet, insani duygulara meraklı bir bakış açısı ve tamamen kişisel birkaç partisyon, albümün ‘bio’ yanını oluştururken; bir çok şarkıda kendini belli eden ve prodüksiyon ile iyice açığa çıkan endüstriyel-mekanik tonlar da albümün ‘mech’ yanını temsil ediyordu. Müzik, o ana dek çıkmış herhangi bir Devin Townsend albümünden çok farklı olarak, daha mid-tempo, daha katmanlı ve kesinlikle daha ‘dinleyici-dostu’ bir havadaydı. Ancak bu son sıfatı, sadece Strapping Young Lad’in aksine, müzikte kendisine yer bulmayan aşırı hızlı gitarlar ve sürekli tekrar eden double-bass davullara bağladığımı; yoksa albümün hala ticari olmanın fersahlarca ötesinde olduğunu belirtmem gerekiyor.
Biomech, birçokları gibi bence de üç kısımdan oluşuyordu. İlk kısımda, Devin fanlarının bekleyebileceği rock-metal ağırlıklı dört şarkı yer alıyordu. Alfred Lord Tennyson’ın şiirlerinden biriyle açılan “Seventh Wave,” son derece akılda kalıcı bir riffe ve kesinlikle çok başarılı vokallere sahip, yaratıcı ve tekrar tekrar dinlenilesi bir şarkıydı. Devin’ın “çünkü sen hiç yalnız değilsin… yalnız olsan bile – ki yalnız değilsin -, yedinci dalgayı izle” deyişi her şeyiyle dört dörtlük bu albümün, bana göre en samimi ve en mükemmel dizelerini oluşturuyordu. Ardından gelen “Life” ile bağlandığı kısım gerçekten bir dahinin elinden çıkmış gibi duruyordu – ki zaten de öyleydi – ancak “Life,” bana göre albümün en ‘kolay’ (bunu Devin Townsend şarkılarını baz alarak söylediğimi hatırlatmak isterim!) şarkısı olarak biraz geri planda kalıyordu. Neyse ki ilk bölümün üçüncü şarkısı “Night” mükemmel riffleri ve hüzünlü sözlerine rağmen hareketli altyapısı ile albümü yeniden rayına sokmayı başarıyordu. İlk bölümün son şarkısı “Hide Nowhere” ise birçoklarına göre albümün en iyi şarkısıydı, bana göre de süper bir şarkıydı ama albümün en iyisi olmak için biraz fazla tekrarlı olduğunu düşündüğümü belirtmem gerekiyor. Albümün ikinci kısmı, “Sister” ve “3 A.M.” gibi iki ‘filler’ geçiş ile başlıyordu. Dört şarkılık fırtınadan sonra, işleri biraz yavaşlatmak için ideal bir yol olduğunu söyleyebilirim. Bu kısa geçişlerin ardından gelen “Voices in the Fan” akustik bir şekilde başlayıp benzer havayı devam ettiriyor, ortasından itibaren hızlanmaya başlasa da yavaşlayarak bir sonraki ‘filler’ “Greetings”e bağlanıyordu. Albümün üçüncü kısmı, albümdeki en iyi şarkılardan olan “Regulator” ile başlıyor ve birinci kısmın kaldığı yerden upper-mid-tempo bir halde devam ediyordu. Ciddi anlamda Devin’ın dahiliğini dinliyorduk bu şarkıda. Bir çok katmandan oluşan şarkı, Devin’ın her türlü (clean, yarı brutal, koro ve scream) vokaline ev sahipliği yapıyordu. Şarkının 02:38’den sonrası gerçek bir şaheserdi! Ardından gelen “Funeral” ise albümün en zor şarkılarından biriydi. İlk birkaç dinleyişte “bu ne?” dediğimi çok iyi hatırlıyor, sonra bu şarkıya her gelişimde muhakkak dinlemeye koyulduğumu biliyorum. Baştaki soloların melodik yapısı, ortadaki çığlıklarla sertleşse de, sonlara doğru yeniden durulan Devin, bir kez daha müthiş yaratıcılığını sergiliyordu. “Funeral”dan sonra biraz rahatlayayım diyenler, Devin’ın gazabından kurtulamıyorlardı elbette. “Bastard” kesinlikle albümün en kompleks, en zor ve en ‘progresif’ şarkısıydı. Daha en başındaki gitarlar, kelimenin tam anlamıyla ‘dalgalar’ gibi hücum ediyordu. Tam altı dakika boyunca dinliyor ve şahit oluyorduk karaya çarpışlarına… 06:05’te ise kızmaya, kabarmaya başlıyordu deniz. Tam “tamam artık delirecek Devin” dediğinizde ise duruluyorduk. Duruluyor, ama bitmiyorduk. Albümün en iyi, tüm Devin diskografisinin ise en karanlık, en dehşetengiz şarkılarından biri ile albümü bitirecektik daha: “The Death of Music.” Şarkının anlatmak istediği şeyin ne olduğunu buraya yazmanın herhangi bir anlamı olduğunu düşünmüyorum, çünkü biliyorum ki bu şarkıyı dinleyen herkes, şarkıda kendine ait bir şeyler bulacak. Şizofreniden, sevdiğin insanların ölümüne; müziğin bir duygu oluşundan, her duygunun ölümlülüğüne kadar bir çok şey sıralayabilir, bir çok gereksiz söz sarf edebilirim. Ama yalnızca Devin’ın şarkının son beş dakikasında, cennetten inmiş bir melek gibi söylediği sözlere ve özellikle de “sanki ölüm, müzikal oluyor gibi” dediği andaki vokallerine dikkat çekmek istiyorum. Tam anlamıyla olağanüstü, epik bir şaheser!
Ocean Machine projesi, ne yazık ki Biomech ile sınırlı kaldı ve Devin diğer projelerine daha fazla ağırlık verdi. Bir daha benzer tarzda bir albümü ve besteleri sadece Terria‘da açığa çıkarttı ancak o her ne kadar aksini iddia etse de, en azından onun müziği ölümlü olmadığından, şimdilik Biomech‘i tekrar tekrar dinlemeli ve bu keyfi sonuna kadar sömürmeliyiz.