Ghost Reveries, büyük bir ihtimalle, Opeth’in progressive death metal zamanlarında en çok eleştirilen, en büyük hayal kırıklıklarına yol açtığı iddia edilen, fanların beğenisi konusunda en arada kalmış albümüydü. Per Wiberg’in grubun resmi bir elemanı olarak ilk defa keyboardlarda yer alması ile grubun değişen, çeşitlenen ve progressive rock etkileşimlerini arttıran sounduna alışmak, kadim Opeth fanları için şüphesiz zor bir tecrübeydi. Nitekim albümü çıkar çıkmaz satın alıp Damnation‘ın veya hiç olmadı Deliverance‘ın, tadını yakalama beklentisi ile dinlemeye koyulmuş olan bendeniz, benzer hayal kırıklıkları ile boğuşmuş durmuştum.
Ne sabırsız, ne aptalmışım…
Hiçbir zaman çok büyük bir Opeth fanı olmadım. Bir hikayeye soundtrack olma iddiasındaki tüm konsept albümlerde olduğu gibi, Opeth albümlerinde de müziğin içine girmek adına talep edilen zaman – kötü bir kültür endüstrisi üyesi olarak – bana gereğinden uzun gelmişti. İçimde hep “aslında bana gerçekten hitap eden o an”ı bulma telaşı ile bir bütün halinde dinlemem gereken şarkıları kendi içlerinde parçalamaya, bölük pörçük etmeye, “o riff”e, “şu solo”ya, “bu vokal”e dikkat etmeye uğraşmıştım. Haliyle, güzelim albümleri de elime yüzüme bulaştırmıştım.
Gel zaman git zaman… büyüdüm. Yaş almak değil de, müziği anlamaya vakıf olmaktı adeta benim büyümem. Bu süreçte, geçmişte kaçırdığım nice grubu, nice albümü yeniden ele alma fırsatı buldum. Kaçırdıklarım için üzüldüm, hala beni kendisine çekemeyenlere ise – belki hemen, belki daha sonra ama mutlaka – bir şans daha verme isteği ile doldum taştım. Aslında her zaman hayatımda olan Opeth, böylece beni kendi var oluşuna çekmiş oldu. O benim hayatımdaydı zaten, şimdi ben de onun hayatında olmuştum.
Ghost Reveries benim için Opeth’in progressive yanına alışmamı sağlayan “o” albüm olma sıfatını kendinde barındırıyor. Eski Opeth fanlarının pek hazzetmediği keyboard ‘break’leri, yumuşadıkça birer soundtrack havasına bürünen interlude’lar, (aslında prodüktör olarak Steven Wilson yerine Jens Bogren tercih edilmiş olsa da hala) fazlaca Porcupine Tree tadı yakalayan geçiş şarkıları, doğu ezgileri ve hatta Tool-umsu riffler, beni bu albüme – belki de gereğinden fazla – çekiyor. Bana göre Mikael Åkerfeldt, bu albümle birlikte kariyerinin ilk “progressive metal” albümünü ortaya çıkartmış oluyor. Hemen her yerde dile getirdiği Camel hayranlığı, eskilerden gelen birkaç şarkı dışında, ilk defa bu kez, bütün bir albüme yayılıyor. Ve en önemlisi, tüm bu etkileşimlere rağmen, artık Opeth’in bir nevi trademark’ı olan soundu bu albümde de hiçbir şekilde baskınlığını kaybetmiyor.
Albümü açan “Ghost of Perdition,” bana göre tüm Opeth diskografisinin en iyi şarkılarından biri. Yalnızca 01:35 civarında giren riff yüzünden değil, 07:00’de giren keyboard numaralarına kadar bütünüyle bir Tool şarkısını andırıyor (özellikle de Lateralus‘un açılış şarkısı “The Grudge” ile bestenin formülasyonu anlamında gerçekten benzeşiyor). Ancak baştan sona – hem clean hem de brutal kısımlarıyla – Mikael’in vokali ve ne yazık ki bu albümden sonra Opeth macerasını sonlandıracak olan Martin Lopez’in muhteşem davul performansıyla, Opeth’in kendine has soundunu korumayı başarıyor. Üstelik 08:18 itibariyle de bana göre (biraz iddialı olacak ama!) tüm müzik tarihinin en iyi rifflerinden birine ev sahipliği yapıyor! Kesinlikle muhteşem. Ardından gelen “The Baying of the Hounds,” çok hızlı başlayan fakat müthiş aksak ritmler eşliğinde bir kez daha, önce Tool-umsu hale gelip ardından Mikael’in vokalleri ve (yine bu albümle birlikte gruba veda edecek olan) Peter Lindgren ile paslaştığı süper progressive rock riffleriyle orta tempoda ilerleyen ve sonlara doğru yeniden sertleşen bir şarkı. İçerisinde barındırdığı zeka dolu geçişlerle beste açısından gerçekten dahiyane. Per Wiberg’in hammond kullanımı hem orijinal hem de tam dozunda. Albümün iyilerinden biri. “Beneath the Mire,” doğu ezgileriyle açılan, melodik açıdan grubun İsveç death metaline yakın durduğu, ilk dönemlerini anımsatan bir şarkı. Martin Lopez’in yaratıcılığı doruklarında. 03:05 civarında giren iki muazzam solonun arasına sıkıştırılmış clean vokaller (“Lost love of the heart in a holocaust scene memory”) ise Åkerfeldt’in kişisel tarihinin en iyilerinden biri. Şarkının fazlaca tekrarlı olması tek handikapı gibi gözükse de, biraz zaman verilince bağımlılık yaratan cinsten bir beste olduğu aşikar. “Atonement,” albümün ilk molası izlenimini veriyor. Porcupine Tree etkileşimleri ve arkadaki klavye kullanımı ön planda. Damnation‘dan çıkmış gibi gözükse de, aslında albümün müzikal bütünlüğünü sürdürmek konusunda bir hayli başarılı olduğunu düşünüyorum. “Reverie/Harlequin Forest,” riffleriyle Still Life albümünden “Serenity Painted Death”in devamı gibi açılan, clean-brutal geçişleriyle Blackwater Park havası estiren ve insanı kendine hayran bırakan bir finalle kapanış yapan enfes bir şarkı. İnsana kendisini harika bir film izlermiş gibi hissettiren ortadaki sample-keyboard bölümü, Åkerfeldt dehasını yeniden ve yeniden onaylar gibi adeta. “Hours of Wealth” albümün temposunu düşüren, gitar-keyboard melodisi uyumu ile öne çıkan bir başka yumuşak geçiş şarkısı. Üst üste bindirilmiş clean vokallerdeki – başka yerlerde de sıkça dile getirilen – Jeff Buckley havası gerçekten çarpıcı. Son bir buçuk dakikada sizi tutsak eden solo, David Gilmour sınıfında. “The Grand Conjuration,” bu blues-vari dakikaları dindirirken, her enstrümandan maksimum verimi ve sertliği almayı beceren, albümün en heavy şarkısı. Rifflerin aksak yapısı, Opeth için bir ilk olsa da, Martin Lopez bu işte (de) ne kadar iyi olduğunu kanıtlarcasına olağanüstü. Davulun her bir tonu özenle seçilmiş, zillerin, darbukanın, doğu melodilerinin kullanımı muhteşem. Vokaller bana göre bu albüm standartının altında olsa da, 03:25’te giren müthiş solo ile birleştiği yerde brutalliği çok iyi taşıyor. Süresinin biraz fazla olduğunu düşünsem de, özellikle dinlemeye bir müddet ara verildikten sonra tekrar hatırlaması çok zevkli bir şarkı. “Isolation Years” albümü kapatmak için biçilmiş bir kaftan gibi adeta. Burada Mikael’in Camel hayranlığı üst düzeye varıyor. Stationary Traveller‘dan çıkma gibi duran beste ve arpej kullanımı ilham verici. Albümün genel konsepti (bknz. ‘annesini katleden bir sosyopatın işkence çeken ruhu’ ) ile ilgisi olmasa da, bir nevi tüm bu trajik hikayenin katarsisi. Üstelik albümün limited edition’larında bulunan Deep Purple coverı “Soldier of Fortune” ile arasındaki geçiş de takdire şayan.
Ghost Reveries kesinlikle her müziksevere hitap edebilecek bir albüm değil. Öyle ki, normalde progressive rock/metal dinleyen insanlar Opeth seviyesinde bir brutallikten/sertlikten rahatsız olabilirler. Eğer brutal vokalle aranız iyi değilse ve bu konuda açık fikirli değilseniz, albümün oldukça katlanılmaz hale gelebileceğini itiraf etmek zor değil. Benzer şekilde, eğer hayatınızı tümüyle death metal growllarına adamışsanız, bu albümün içerdiği clean vokallerden ve interlude’lardan hoşlanmayacağınızı tahmin etmek de bir o kadar kolay. Bir başka deyişle, elimizde ekstrem müzik fanları için bile bazı yönlerden ‘ekstrem’ kaçabilecek bölümleri olan bir albüm var. Ama içerdiği olağanüstü yaratıcılık, inanılmaz bestecilik ve progressive sıfatının hakkını veren yenilikçilik, tüm bu zorlukları aşarak, albüme birden fazla şans verilmesini de hak ettiriyor. Belki hala en sevdiğim Opeth albümü değil ama bu, onun dinlediğim en iyi ektrem müzik albümlerden biri olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Tavsiyem, Ghost Reveries‘e bir şans ve bu şanstan daha fazla zaman vermeniz yönünde olacak.