opeth – pale communion (2014)

Opeth dinlemeye, Opeth’in müziğini hayatınızın bir köşesine yerleştirmeye her ne zaman karar vermiş olursanız olun, Mikael Åkerfeldt’in bir ‘70’ler-progressive rock hayranı olduğunu öğrenmişsinizdir. Ama verdiği bir röportajda, ama çaldığı bir melodide, ama seyrettiğiniz bir konserinde yaptığı ufak ‘test’lerden [1] birinde… mutlaka onun ‘70’ler hayranlığı ile karşılaşmış, eskiden çalıştığı plak dükkânına gitseniz size hangi grupları, hangi albümleri önerebileceği üzerine hayaller kurmuşsunuzdur. Gün olur Rainbow’dan, Goblin’den, Genesis’ten, Caravan’den bahseder, başka gün Camel’ı ne kadar çok sevdiğini gözünüzün içine sokacak bir ‘misafir solo’ [2] atar, bazen de Magma gibi, Il Baccio Della Medusa gibi, Soft Machine gibi kimsenin bilmediği ‘70’ler gruplarına atıflarda bulunur. Onun bu ilgisi henüz 1995 tarihli Orchid albümünde de hissedilebilir, 2003 tarihli Damnation albümünde zirve yapar, ama hiç şüphe yok ki tüm Opeth diskografisinin farklı şarkılarına farklı ölçülerde yayılır.

2011 tarihli Heritage, Opeth’in artık progressive death metalden, brutal vokallerden ve distorted gitarlardan vazgeçtiğini açıkça ilan edip kendisini bir progressive rock grubu olarak underground piyasada yeniden-konumlandırmaya çalıştığı albüm olmuştu. Heritage daimi Opeth fanlarının büyük kısmını tatmin etmemiş, bazılarını Opeth’e küstürmüş, bazılarını ise “iyi ama daha fazlası olmalıydı” şiarında bırakmıştı. Şahsen Heritage’ı dinlediğim ilk gün bile kendimi bu üçüncü grupta bulmuştum ve aradan geçen üç yıl içerisinde albümde bu fikrimi değiştirecek herhangi bir keşif yapamadım. Heritage,“The Devil’s Orchard,” “Slither,” “Nepenthe” veya “Folklore” gibi iyi şarkılar içerse de kendi içerisinde bir bütünlük yakalayamayan, basbayaa kötü bir prodüksiyona sahip, kendisine kısık bir sound layık görülmüş ve besteler anlamında Opeth’in o kadim ‘yenilikçiliği’nden pek de fazla nasibini almamış bir albümdü bana göre. Yolda, evde, işte Heritage’ı dinleyebiliyor, pek fazla sıkılmıyor ama yaptığım işten kafamı kaldırıp bir kez de dikkatlice beni müziği dinlemeye itecek bir parıltı anı ile karşılaşamıyordum. Opeth’in en sevdiğim bu özelliğinden eksik kalışı beni Heritage’ı çok da fazla ciddiye alınması gerekmeyen bir ‘geçiş albümü’ sıfatıyla değerlendirmeye itmişti. Bugün dönüp baktığımda, varmış olduğum bu kanının doğrulandığını görüyorum.

Pale Communion, yirmi yıllık Opeth tarihinin teknik olarak on birinci albümü olmasına rağmen, Opeth’in yüzünü döndüğü yeni patikanın, kendisini önceleyen Heritage’dan çok daha iyi kotarılmış, çok daha fazla yaratıcı fikre yer veren ve insanı kendisine daha fazla çeken ‘ikinci’ albümü olarak 19 Ağustos 2014 tarihinde streamline’a verildi. Albümden ‘sızan’ ilk şarkı olan “Cusp of Eternity” beni fazla heyecanlandırmamış olsa da ikinci sızıntı “Eternal Rains Will Come” o güne dek Opeth’ten dinlediğim en yaratıcı şarkılardan biri olması ile beni kendine hayran bırakmıştı. Bu iki şarkının üzerimde yarattığı farklı etkinin, bugün tüm albümü belki de elli defadan fazla dinlemiş olsam da tüm albüme yayıldığını; basitçe ifade edersem, albümdeki bazı şarkıları çok çok başarılı bulmama rağmen, bazı şarkılardan – henüz – keyif alamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Pale Communion herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde halefinden çok daha ilgi çekici, çok daha iyi prodükte edilmiş ve çok daha oturmuş bir sounda sahip bir albüm olsa da hala kendi içerisinde bir Ghost Reveries veya bir Still Life kadar bütünlüklü ya da kendinden sonra gelenleri etkileyecek bir albüm değil. Ancak bu haliyle bile bir sonraki Opeth albümünü sabırsızlıkla beklememe, hala şarkılar içerisinde yeni keşiflerde bulunmama ve hatta bir Opeth konserine gitmeyi iple çekmeme neden olabilecek kadar iyi ve bazı yerlerde kendine hayran bıraktırıcı bir yapıt.

Albümü açan “Eternal Rains Will Come,” büyük ihtimalle 1990’lı yıllarda çıkan herhangi bir grubun yarattığı en başarılı  ‘70’ler-vari progressive rock şarkısı ve o özel zamanlarda yayımlanmış olsa bile ‘çok özel’ olarak nitelendirilecek bir müzik şaheseri! Şarkıyı başlatan ve sonuna dek devam eden enfes davul atakları belki de Martin Axenrot’un bugüne dek yaptığı en iyi iş. 02:00’da giren akustik melodi, My Arms Your Hearse günlerine selam çakar nitelikte. Ama asıl numara kesinlikle 02:30 sonrasında başlayan ana melodide. Åkerfeldt ve Fredrik Åkesson’un gitarları, Martin Mendez’in baslarıyla öyle bir uyum sağlıyor ki, beni her seferinde kendilerine hayran bırakıyor. Ve elbette Åkerfeldt’in vokalleri… “Ghost of Perdition”dan bu yana duyduğum en iyi vokaller kesinlikle bunlar. Olağanüstü bir nakarat, akılda kalıcı bir bridge, enfes bir outro. “Here it comes, our death comes; and in my sleep I can’t forget”in üst üste bindirilmiş muhteşem vokal dizeleri, şarkıyı yalnızca bir şahesere çevirmekle kalmıyor, aynı zamanda sizi bir kez daha ve bir kez daha kendisini dinlemek zorunda hissettiriyor. Zaten “Cusp of Eternity”nin en büyük şanssızlığı da “Eternal Rains Will Come”ın ihtişamına yaklaşamaması oluyor. “Cusp of Eternity,” Pale Communion’dan çıkan en Heritage-vari şarkı. Nereden geldiği belli olmayan ama insanda eski bir film izliyormuş hissi uyandıran bir Orta Doğu ezgisi üzerine kurulu şarkıda Åkerfeldt’in vokalleri bir kez daha mükemmel. Groovy ritm ve 03:35 civarında giren Opeth patentli solo çok başarılı. Ama şarkı biraz fazla tekrarlı. Daha doğrusu, “Eternal Rains Will Come”ın aksine, biraz fazla sürprizsiz ve buna rağmen biraz fazla uzun. Kesinlikle kötü değil ama insanın aklındaki “ya… acaba önceki şarkıyı bir kez daha mı dinlesem?” sorusunu geçiştirebilecek bir yanıt değil. Ardından gelen “Moon Above, Sun Below” ise tek kelimeyle ‘acayip.’ Şarkıyı açan bas-davul uyumu adeta Deliverance’tan çıkmış gibi ama bu benzerlik yalnızca ritm bölümüyle sınırlı da değil. Şarkı hakikaten Deliverance dönemi Opeth’ini bir hayli andırıyor. Mikael’in “…and on a lifelong throne of sub-religion; they will eat from your head” kısmındaki vokalleri, brutale doğru kolaylıkla kayabilecek standartta ama asıl ilginçlik rifflerde. Bu şarkının riffleri, Deliverance’ın herhangi bir şarkısında rahatlıkla kendilerine yer bulabilir. 02:10 civarında giren akustik melodiler ve hemen arkasındaki müthiş “river of grief grounding, river sorrounding my heart” bölümü hem bas gitar hem de vokal anlamında albümün en parlak anlarından biri. “Moon Above, Sun Below” bu haliyle bile müthişken, 04:50- arasında yer alan katmanlı vokaller, süper akustik gitarlar ve Åkerfeldt’in feci derecede Ian Anderson’ı (Jethro Tull) andıran (“in a forest of flesh!”) vokal dizeleri ile şaha kalkacak gibi yapıyor…

http://www.youtube.com/watch?v=KtuOcLuEdrQ

Yapıyor ama 06:10 sonrasında o başta bahsettiğim ‘acayip’ sıfatına neden olacak uzun – ve bana göre hayli gereksiz – progresif bölüme doğru yelken açıyor. Grup o andan itibaren yeni keyboardcu Joakim Svalberg’in sırtında değişik bir yolculuğa çıkıyor, sanki bir “jam session”a dalıyor. Ve zaten o andan itibaren bir albüm olarak Pale Communion da ilk üç (aslında, iki buçuk) şarkının vermiş olduğu ‘bütünlük’ hissini yavaş yavaş kaybetmeye başlıyor. Örneğin bu uzun doğaçlamanın ardından yumuşacık gitarlar ve sakin vokaller ile açılan “Elysian Woes,” vasat bir Damnation şarkısından öteye gidemiyor. Tümüyle Damnation’daki formüle sadık kalınarak yapılmış ama o albümdekinin aksine içerisinde hiç ‘catchy’ melodi barındırmayan bir şarkı olarak kalıyor. Nitekim barındırdığı misafir sanatçı – eski (ve bana göre daimi!) Opeth davulcusu Martin Lopez – ile başta insanı çok heyecanlandırıyor olsa da onun hemen ardından gelen “Goblin” de “Moon Above, Sun Below”ın ikinci yarısına benzer bir doğaçlama olmakla sınırlı kalıyor. Lopez’in müthiş yaratıcılığı bu küçücük arada bile kendini belli etse bile şarkı, neden bu albümde yer aldığına dair en ufak bir ipucu vaat etmiyor. Adını aldığı ünlü İtalyan progressive rock grubu Goblin ile bağlantısı da bana göre oldukça sınırlı kalıyor – grubun ününü sağladığı korku filmleri soundtracklerine nazaran çok daha neşeli bir havası var şarkının. Neyse ki, tam albüm “artık bir numara yok galiba?” sorusunu kendine sordurmaya başlamışken bir anda duyulmaya başlayan “River,” albüme bir nevi kurtarıcılık yapıyor. Kansas-vari başlangıcın ve The Beatles-vari ‘pop’luğun üzerine 01:25 civarında giren baslar, Mendez’in neden Opeth için vazgeçilmez olduğunu kanıtlıyor. Şarkının 04:00’dan sonrası belki de “Moon Above, Sun Below”un da ihtiyaç duyduğu şekilde, şarkıyı aşağı çeken değil, yukarı çıkartan bir progresif-enstrümental bölüme ev sahipliği yapıyor ki, Pale Communion’ı o efsanevi ‘70’ler albümlerine yaklaştıracak fırsatlar, sanki daha çok bu tip anlardan doğuyor… Opeth bu anlarda progressive rock janrına, kendi (metal müzik) geçmişinden getireceği katkıları sağlayabileceğini gösteriyor. Zaten benim bir sonraki albümde duymayı istediğim şey de bu rock-metal sentezinin Opeth yorumu olmaya devam ediyor… Martin Lopez’i bir kez daha konuk alan “Voice of Treason,” albüme dair tüm dünyada çıkan ilk yorum olma özelliğine sahip yazıda [3] da belirtildiği gibi, bugüne dek dinlediğim şarkılar içerisinde Opeth’e-en-az-benzeyen şarkı olma amacıyla yapılmışa benziyor. Yoğun keyboard hâkimiyeti, country şarkılarını andıran distortion’dan arındırılmış akustik sololar, yaylılar ve özellikle Lopez’in aksak ritmleri ve hatta çift cross’ları sayesinde kimi yerde ortaya çıkan King Crimson-vari denemeler ile şarkı, sahiden de albümdeki en deneysel besteyi sunuyor. Ancak maalesef ne vaat ettiği çeşitliliğin ne de anlamlı-deneyselliğin arkasında durabiliyor. İçimden bir ses nasıl Heritage’ın dağınıklığı bu albüme geçişte törpülendiyse, “Voice of Treason”ın dağınıklığı da bir sonraki albümde törpülenecek ve bu şarkı gelecekteki Opeth’e dair bir çok ipucunu şimdiden görmemizi sağlayacak diyor. Bu haliyle ise ne yazık ki, Introduction to New Opeth 101 dersinden henüz geçemiyor. Tıpkı kendisini izleyen ve yaylılarını adeta başka (üst) bir seviyeye taşıyan kapanış şarkısı “Faith in Others” gibi… “Credence”ı ve “Ending Credits”i aşırı derecede andıran davul girişi, Mikael’in harika vokalleri ve – tekrarlamakta sakınca görmediğim biçimde – yaylı-ağırlıklı bestesi ile “Faith in Others,” şimdiden birçok fanın favorisi olmuş vaziyette. Sahiden de özellikle 01:55 civarında giren enfes piyano dokunuşları ve muhteşem vokal mırıldanmaları ile başlarda bana da benzer hisleri paylaşacakmışım izlenimini vermiş olsa bile, bence “Faith in Others” şimdilik Opeth diskografisinin çaylaklarından biri olmanın ötesine geçemiyor. Åkerfeldt bu şarkının, Pale Communion adına yazdığı ilk şarkı olduğunu ve onun melodikliği nedeniyle albümün çok daha melodik bir havada şekillendiğini söylüyor [4] ama albüm hiç şüphe yok ki “Faith in Others”dan çok daha bütünlüklü, çok daha sağlam ve çok daha ne-amaçlıyorsa-onu-iletebilen şarkılara ev sahipliği yapıyor. Her şeyden önce “Faith in Others,” içerisinde (eski veya yeni) Opeth’e dair hiçbir orijinallik barındırmıyor, herhangi bir yenilik sunmuyor ve ‘güzel bir şarkı’ olmak dışında Opeth’in devrimciliğine bir katkıda bulunmuyor. Öyle sanıyorum ki hem bu şarkı hem de “Voice of Treason,” bugünkü Opeth’e değil, daha çok geleceğin Opeth’ine yönelik referanslar sunuyor. Bize de şimdi oturup Pale Communion’ı tekrar tekrar dinlemek ve bir sonraki albümü sabırla beklemek düşüyor.

Albümün ‘deluxe edition’ında bir Black Sabbath şarkısı olan “Solitude”un ve bir Hansson de Wolfe United şarkısı olan “Var kommer barnen in?”in canlı cover’ları da bulunuyor. Eurovision şarkılarına benzeyen ikinci şarkıyı ilk defa duyuyor olsam da efsanevi “Solitude” cover’ının başarılı olduğunu söyleyebilirim. Belki bir Ulver cover’ı [5] kadar iyi değil ama yine de Åkerfeldt’in sesi ve başarılı üflemelileri uğruna dinlenmeli…

Son olarak, Pale Communion’ın Opeth diskografisinin neresinde konumlandırılacağı, bence bugün yanıtlanması için çok erken bir soru. Şüphesiz Heritage’dan ve hatta Watershed’den daha fazla insanı tatmin edecektir, hatta Heritage’ın ‘kaybettirdiği’ bazı fanların yeniden Opeth’i sevmesine olanak da sağlayacaktır. Ama benim için Pale Communion kendi üzerine düşen iki temel görevi başarıyla yerine getiren, kendisini dinlettiren ve üzerinde emek verildiği belli olan basbayaa ‘iyi’ bir albüm. Bu görevlerin ilki, Opeth’in herhangi bir şeyi ‘satmadığı’nı, hala aynı ‘Opeth’ olduğunu (başka ne bekleniyorduysa?), hala aynı şevk ve istekle müzik yaptığını ve hala dünyanın en yaratıcı gruplarından biri olabildiğini kanıtlamak. İkinci görev ise Opeth’in olmazsa olmazı olan ‘progresif’liği yeniden kazanmış olması ve kendi trademark’ı olmuş stili içerisinde kalmakla birlikte, bambaşka bir janrda bile ‘ilerlemeci’ ve ‘yenilikçi’ ruhunu yeniden (sadece bir albüm sonra) kazanmış olması.  Şimdi bize düşen bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha haykırmak: “Eternal rains will come; we should say goodbye…”

 

[1] Camel’ın “Lady Fantasy”si ile seyircisini test ettiği anlardan biri için, bknz. http://www.youtube.com/watch?v=uKwdotVrx-o

[2] Porcupine Tree’nin Deadwing albümünden “Arriving Somewhere But Not Here” isimli şarkısında çaldığı konuk solo Åkerfeldt’in Andrew Latimer hayranlığına en iyi kanıtlardan biridir belki de, bknz. http://www.youtube.com/watch?v=WbWhpfXisZw

[3] Greg Kennelty, “First Impressions of the New Untitled Opeth Album, A Track-by-Track Review,” MetalInjection, 27 Mart 2014.

[4] “Opeth – New Album Pale Communion, Interview Part II,” Blabbermouth.net, 4 Ağustos 2014.

[5] “Solitude (Black Sabbath cover),” Shadows of the Sun, Ulver, 2007. http://www.youtube.com/watch?v=nXl4znQZOpw