“Hayır, kötü olan ölüm değildi; ölümün, bu basit işin, bu peşin pazarlığın birdenbire ve her şeyle beraber son derece güçleşmesi, çözülmez yumak haline gelmesi, beş on kulaç suyun, bin türlü engelle doluvermesiydi. ‘Bütün ıstıraplarım, orada, o eşikte bitecek… Acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? Bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı? Ölüm muhakkak ki bir akıbet. Fakat madem ki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. Madem ki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip Walt Disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!’ Hayır, böyle de düşünemiyordu. Bu da çok basitti. Bu sadece dışarıda kalmak, satıhta yüzmekti. ‘Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir, diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından ağlıyor, gitme, diye eteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz.
Bir sofraya davet edilmiş değiliz; belki mütemadiyen içimizden yaratıyor, doğuruyoruz… Hiçbirimiz hayatı maddenin arızi [1] bir hali gibi kabul etmiyoruz.’ Hatta bu işi anlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyunun içinde kalıyorlardı. Her şey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor.
Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük büyük arızalardı. Merih’te bir dağ küçük bir patlayışla çöker. Ay’da lav dereleri kurur. Kehkeşanın [2] ortasında güneşte parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. Denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. Kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. Bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi. Bunlar kainat dediğimiz büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi.
Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil [3] riyaziyesini [4] soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamaya çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye [5] akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bu ıstırap makinesi olmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. Madem ki sıfırın bütününü kırdık, adet olmaya razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sfer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı.
İnsanlığın talihi aklıyla zamanın dışına fırladığı, aşkın nizamına karşı koyduğu, geniş istihalenin [6] ortasında bir istikrar istediği için, kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi. İnsanlığın hakiki talihi buydu. Küçük bir idare lambasının, yalnız gölge ve karanlığı görmeye mahsus, onlardan kendisine bir zindan yapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, bu küçük Homunculos’un [7] peşine takılıp koşmasıydı. Fakat asıl Homunculos bir aksülamelden [8] doğmuştu. Onun için daha anlayışlıydı. Kendisini yaratan tecrübe ona bütün pişmanlıklarını, etrafındaki imkansızlıkların şuurunu da geçirmişti. Onun için Galathea’nin [9] arabasının tekerleklerine çarpıp küçük şişesini kırmayı, geniş ve şekilsiz eterde kaybolmayı biliyordu. Fakat bu küçük idare kandilinde bu cesaret yoktu. Kendi kendine bir masal uydurmuştu; ona inanıyor, hayatın efendisi olmak istiyordu. Onun için ölümün sofrası oluyordu. Büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilk rastgeldiği çukuru dolduran bir su gibiydi. Orada her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı. İnsanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! Şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. Fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu. Yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin [10] çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. Aklın bittiği yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre değil, kendisi. Aklın serhaddinde [11] hiçbir aydınlığın gölgelemediği yerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutuşan büyük su nergisiyim. Fakat hayır, o bunu diyeceği yerde, ‘Madem ki düşünüyorum. O halde varım, madem ki duyuyorum, o halde varım, madem ki harp ediyorum, o halde varım, madem ki ıstırap çekiyorum, o halde varım! Sefilim varım, budalayım varım, varım, varım!’ diyordu.” [12]
Ülkenin en küçük deliğinin bile siyasetin irinli akıntısına karşı koyamadığı, cıvık cıvık leş bir ucuzluğun her gün real-sanal bir yerlerden fırlayıp karşımıza çıktığı, hep bildiğimiz yalan dolanların milyon defa dillendirilerek normal bir hal aldığı, içerikten ziyade üslubun önem kazandığı, insanların birbirlerine akıl vermeyi ve ahlak nutukları atmayı her zamankinden daha çok ‘meşrulaştırdıkları’ bugünlerde, en az siyasetin kendisi kadar eski olup hayatın akışına onun aksine her daim olumlu yönünde enerji sağlamış sanata boğmak istiyorum kendimi. Televizyonu kapatıyorum. Kendi sesimden daha sık onların seslerini duyuyor olmamı, siyaset kavramı altında, haklı bulan herkesin sesini kısıyorum. Her hikayenin bir soundtrack’i vardır diyerek, uygun müziği aramaya koyuluyorum. İnat değil mi, tam da ‘demokrasiyi yad ettiğimiz’ şu anlarda, içimdeki tüm faşist homunkuluslar için Wagner’e sığınıyorum.
Kitaplara dalıyorum.
Ve fark ediyorum…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı belirli bir zümreye, ideolojiye, toplumsal kesime mal edip ondan mahrum kalmamı sağlayan herkese selam (!) ediyorum.
Tanpınar’dan yapılan yukarıdaki uzun alıntı, onun Eleştirel Teori (bilhassa Max Horkheimer), Friedrich Nietzscheci görelilik, Aydınlan(ma)macılık, post-yapısalcılık (bilhassa Jean Baudrillard) gibi ancak 1980-sonrasında ülkemiz hudutlarına girmiş kavramlara zamanının çok ötesinde aşina olduğunu, hatta bugünkü söz konusu literatüre ciddi bir katkı verdiğini gösteriyor. Edebiyatçılığının ötesinde, onun bu toplumsal teorisyenliği için ne söylenebilir (şimdilik) bilemiyorum… Umarım bir gün, bir yerlerde, onun bu olağanüstü dehası hatırlanır, hatırlatılır. Bilimsel makalelerde ve kitaplarda da çoktan hak ettiği değeri görmeye başlar. Hiç haddim değil belki ama umarım bu hayale, bir şekilde, benim de ufak bir katkım olur.
[1] “Arızi” = ‘geçici,’ ‘olumsal,’ ‘tesadüfi,’ ‘eğreti,’ ‘kazara’
[2] “Keh” = ‘saman’; “keşan” = ‘sürükleme,’ ‘götürme’; “Kehkeşan” = Samanyolu
[3] “Mudil” = ‘karmaşık,’ ‘güç’, ‘çözülmesi zor’
[4] “Riyaziye” = ‘matematik’
[5] “Biteviye” = ‘sürekli,’ ‘durmaksızın’
[6] “İstihale” = ‘başkalaşım,’ ‘metamorfoz,’ ‘değişim geçirme’
[7] Homunculos (ya da Homunkulus), simyacı Paracelsus’un yalnızca kan, at gübresi, at rahmi ve saflaştırılmış sperm ile ‘yarattığını’ ya da ‘icat ettiğini’ iddia ettiği, başta bedensiz, şeffaf olup ardındansa tıpkı normal birer insanı andıran, küçük insanlara verilen isim. Farklı bilim/felsefe alanlarında ruh, insanın özü, minyatür harita, gözle görünmeyen varlık vb. anlamlarda da kullanılır.
[8] “Aksülamel” = ‘tepki,’ ‘reaksiyon’
[9] Galathea (ya da Galatea), Ovidius’un Metamorfozlar kitabındaki hikayeye göre, Sicilyalı Nehir Tanrısı Acis’in aşık olduğu deniz perisinin adıdır. Ancak aynı anda Galathea’ya aşık olan biri daha vardır: Poseidon’un oğlu tek gözlü dev, Polyphemus. Galathea için Polyphemus, Acis’in kafasını taşla ezerek, onu öldürür. Bu aşkın acısının Galathea’ya döktürdüğü gözyaşlarından (ya da bir başka anlatıya göre, Acis’in akan kanından), Sicilya’daki Acis Nehri’nin doğduğu rivayet edilir.
[10] “Veh(i)m” = ‘yersiz korku,’ ‘kuruntu,’ ‘şüphe,’ ‘varsayım’
[11] “Serhad” = ‘sınır,’ ‘iki sınırın birleştiği yer,’ ‘sınır başı’
[12] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, 1949/2014, İstanbul: Dergah, ss. 72-75.