rıza zora karışırken…

“Ölçü, yiğitlik ve bilgelik gibi değildir. Bu ikisi toplumun yalnız bir parçasında bulunur. Bütün toplumu da yiğit ve bilge kılar. Ölçüyse, bütün topluma yayılır. Bütün yurttaşlar arasında tam bir düzen kurar. Aşağı, orta, yukarı, güçlü, güçsüz, zengin, fakir herkes aynı ahenge uyar. İşte bu uyuşmaya ölçü diyebiliriz. Bu öyle bir uyuşmadır ki, orada iyi yanla kötü yandan hangisinin başa geçeceği bellidir. İster tek insanın içinde, ister toplumda olsun.” [1]

 

Avrupa çalkalanıyor… Yıllardır “gay yarışması” nüktesiyle anılan Eurovision’u bu kez yalnızca bir gay/travesti değil, hiçbir ironiye yer vermeden “sakallı bir kadın” kazandı [2]. Conchita Wurst, Avusturya adına katıldığı yarışmayı açık farkla birinci bitirdi ve tüm dünyada LGBT örgütlerinin önemli bir simgesi haline dönüştü.

ABD çalkalanıyor…  Yıllardır maskülenliğin, Amerikan erkeğinin, maçoluğun bir önkoşulu olma statüsünü başka hiçbir şeye kaptırmayan Amerikan futbolunun bu yılki draftı 249’uncu sırasında kamuoyuna gay olduğunu açıklayan bir sporcu, Michael Sam, seçildi. Önceleri profesyonel spor yaşantıları hâlihazırda sürerken (örn. Jason Collins) ya da sporu bıraktıktan sonra  (örn. John Ameachi) ‘dolaptan çıkmayı’ tercih eden gay sporcuların aksine Sam, henüz profesyonel olmadan bu eğilimini açıklayarak bir ilke imza atıp sevincini de erkek arkadaşıyla kameralar önünde öpüşerek kutladı [3].

Dünya metal müzik camiası çalkalanıyor… Tüm zamanların en önemli progresif death metal albümlerinden biri olan Focus’a imza atan kült grup Cynic’in (ve bunun dışında tonlarca farklı müzikal projenin) iki üyesi, Paul Masvidal ve Sean Reinert, gay olduklarını açıkladılar [4]. Metal müzik gibi bir başka maço kültürün içinden gelen bu açıklama, benzer şekilde şaşkınlığa yol açtı, ‘acaba daha başka kimler var?’ konulu tartışmalara zemin hazırladı.

Yalnızca LGBT-merkezli olaylardan bahsettiğime bakmayın. Amacım, farklı kategorilerde eşcinselliğin ‘normalleşme’ (neden ‘anormal’ olsun bilemiyorum) süreçlerini ele almak vs. değil. Yapmaya çalıştığım şey, Batı’da insanların ‘politize’ olduğu konuların gitgide çok daha fazla bireysel olana, çok daha fazla toplumca uygun görme-görmeme tartışmasına ve çok daha fazla özgürlük-merkezliliğe doğru kaydığına dikkat çekmek aslında. İnsanın siyasallığının ne zaman başladığı, pek tabi ayrı bir tartışma konusu [5]. Ancak, bilhassa 1968 kuşağı ve bu kuşağın yarattığı toplumsal dönüşümlerden beri biliniyor ki, bireyin cinselliğinin politik bir karaktere bürünmesi veya bu karakteri alenen ortaya çıkartması, yirminci yüzyılın ikinci yarısına denk düşen bir fenomen. Batı, bir süredir, cinsiyetin politize olması üzerine düşünüyor, yazıyor, çiziyor, yeni uygulamalar üretiyor, bunu bir ‘normal’den ‘sorun’a dönüştürmeye uğraşıyor. Siyaset, belki de bu sayede, toplumun tekelinden çıkıp bireye doğru akışına güçlü biçimde devam ediyor.

 

Bu sırada Türkiye’de…

Türkiye, 10 Mayıs 2014 Cumartesi günü Danıştay’ın 146. yıldönümünde, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun yaptığı konuşmayı ‘siyasi’ olmakla ‘suçlayan’ ve Feyzioğlu’na sert bir tepki göstererek töreni terk eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tavrını konuşuyor [6]. Feyzioğlu’nun sıfatıyla, ‘siyasi’ bir konuşma yapma hakkının olup olmamasıyla, Erdoğan’ın siyasi protokol adabına riayet edip etmediğiyle, kimin haklı kimin haksız olduğuyla, yargı ile yürütmenin ayrıştığı noktalarla ilgili tartışmalar birbirini izliyor. Akıllara gelen sorulardan da belli oluyor ki, Türkiye aslında neredeyse yüz yıla yaklaşan Cumhuriyet tarihinde, henüz genel kabul gören bir ‘siyaset tanımı’ yapamıyor. Siyasetin içeriğiyle, kullanım alanlarıyla, amacıyla, araçlarıyla ilgili konular Türkiye toplumu için henüz ortak bir zemine oturamıyor, havada kalıyor.

Yukarıda verilen örneklerle karşılaştırmak gerekirse, Batı artık siyaseti devlet-merkezli tartışmadan birey-merkezli tartışmaya çekmişken; Türkiye’de siyaset hala devlet ile, erkanı ile, protokolü ile, usulleri ile, devlet-adamları ile ilgili olmakta ısrar ediyor. Sorular, düşünceler, fikirler, önyargılar ve argümanlar devlet-merkezliliğin çekim kuvvetine karşı koyamıyor. Bu öyle bir çekim kuvveti ki, kendisi ile bir ölçüde temas etmiş herkese bulaşıyor. Kimse o kuvvetten kurtulamıyor. Sorulan sorular ne olursa olsun, yanıtı mutlaka aynı yerden, devletten, besleniyor.

Bu Erdoğan için de, Feyzioğlu için de, en son yaşanılan senaryonun yardımcı aktörleri Danıştay Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı için de değişmiyor. Ortada hiç bilmediğimiz, görmediğimiz ama etkisini hep üzerimizde hissettiğimiz hayali bir ‘devlet’ algısı, tüm bu ‘yüce sıfatları’ ve bilhassa da onların devlet ile (modern hayatın sosyo-politik düzenleyicisi ile) ilişkisini (kısacası, siyaseti) adeta bir eldiven gibi içine alıyor.

Bu senaryoda, akıllara ister istemez bir kez daha Antonio Gramsci geliyor.

Devlet aygıtını sivil toplumun kendi arasında çözemediği anlaşmazlıklara yönelik bir çözüm-üreticisi, sulhu sağlayacak bir bekçi veya uzlaşma zemini kurucusu bir hakem olarak gören liberal siyaset teorisi literatürünün aksine Gramsci’de devlet aygıtı, azınlıktaki yönetici grubun (egemen sınıfın) halk kitleleri (işçi sınıfı) üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümün (hegemonyanın) araçlarından biri olarak kabul ediliyor. “Şu anda yapabileceğimiz,” diyor Gramsci, “iki temel üstyapısal ‘düzeyi’ saptamaktır: Bunlardan birisi, ‘sivil toplum’, yani genellikle ‘özel’ diye anılan organizmalar bütünlüğü; öbürü de, ‘[siyasal] toplum’ ya da ‘devlet’ diye adlandırılandır. Bu iki düzey, bir yanda egemen grubun toplum üzerinde uyguladığı ‘hegemonya’ işlevine; diğer yanda da, devlet ve hukuksal hükümet yoluyla uygulanan ‘doğrudan egemenlik’ ya da ‘komuta’ işlevine karşılık gelir.” [7]

Daha basit bir ifadeyle, Gramsci’ye göre hegemonya iki düzeyde işliyor. Birinci düzeydeki sivil toplum, kendini yönetme iradesine sahip olduğu ‘inancı’ ve ‘bilgisi’ doğrultusunda, kendi yöneticilerini seçme ve onların uyguladıkları siyasete “rıza gösterme” hakkını kendisinde buluyor. İkinci düzeydeki siyasal toplum ise sivil toplumdan aldığı yönetme gücünü bu söz konusu “rızayı sürekli kılma” amacını güdüyor – eğer bunu başaramazsa, “zor kullanarak” bu gücünü devam ettirmeye çalışıyor. Hem rıza-sağlayıcı araçların hem de zor-yaratıcı araçların meşruiyeti sivil topluma ait olsa da, bunları belirli bir süreliğine kullanma yetkisi ve meşruiyeti siyasal toplumun elinde toplanıyor. Liberal teori, sivil toplumun bu araçların üzerindeki daimi hakimiyetini öngörür ve bunu amaçlarken, realist teori sivil toplumun devamlılığı ve huzuru için siyasal toplumun göreceli üstünlüğünü savunuyor [8].

Buna göre, Batı’da son dönemde yaşanan LGBT-merkezli tartışmalar, oradaki siyaset algısının sivil topluma yönelik liberal bakış açısının zaferini ilan ederken; Türkiye’deki Feyzioğlu-Erdoğan tartışması, siyasetteki realist algının devamlılığını gözler önüne seriyor. Ya da en azından gazeteler, televizyonlardaki tartışma programları, hatta bu konu üzerinde yorum yapan alakalı-alakasız siyasiler/bürokratlar, bize realist algının devamlılığını göstermek için ciddi bir gayret içinde gözüküyorlar.

Oysa…

Evet oysa, modern toplumlarda sivil-siyasal toplum ayrımını yapabilmek, bunu gerçekten gözlemleyebilmek için öncelikle bir ‘sivil toplum’ algısının varlığından, sınırlarından ve elbette haklarından söz edebilmek gerekliliği, Türkiye toplumunun ortak zihniyetinden sürekli uzak tutuluyor. Ortalama bir Türkiye vatandaşı ‘sivil toplum’ kavramının ne olduğunu, onu nasıl tanımlayabileceğini, bir sivil toplumun neden ortaya çıktığını ve hangi hakları savunmak, hangi hakları güvence altına almak için sürdürülmesi gerektiğini bilmiyor. Dahası bizzat sivil toplumdan korkuyor, ona nefretle bakıyor. ‘Devletin bekası’, ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’, ‘memleketin cennetliği’ dışında yer alan her türlü tartışmaya gözlerini kapıyor. Sivil toplum oluşturma çabalarının hepsini ‘anarşizm’ ile, ‘komünizm’ ile, hatta ‘ateizm’ ile ‘suçluyor’, bunlarla eş tutuyor. Evet, bu sivil toplumsal olguları birer ‘suç’ olarak görüyor, çünkü onların hepsini asla sarsılamaz devletliliğin karşısına konumlandırıyor. Devlete dair ne varsa ‘iyi’nin içinde, ne yoksa ‘kötü’nün içinde yer aldığı algısı ile hareket ettiğinden; aslında kendi varlığına, yani sivil topluma, tahammül edemeyen bir kişilik bölünmesi, şizofreni yaşıyor.

Türkiye toplumu, devletine bu fetişist-şizofrenik bağlılığını somutlaştırabilmek için de onu görebilmek, duyabilmek, onunla konuşabilmek, hatta onun tarafından azarlanabilmek amacıyla canlı bir varlığı, bir insanı devlet ile özdeşleştirme eğiliminde bulunuyor. Her dönem kendine bir lider seçiyor. Bu bazen devletin kurucusu, bazen ordu mensupları, bazen sokak hareketi öncüleri, çoğunlukla da siyasi parti liderleri oluyor.

Sivil toplumu meydana getiren – meydana getirmesi gereken – halk, siyaseti bir insanın şahsiyetinde aradığından, kendi çoğulluğunun algısına varamıyor. Kendini homojen bir bütünün parçasından başka hiçbir surette tanımlayamıyor. Bu yüzden her türlü homojenlik-bozucu-faktör (dil, din, cinsiyet, ırk, parti taraftarlığı, takım taraftarlığı vb.), Türkiye vatandaşı için bütünlüğe bir tehdit olarak algılanıp ötekileştiriliyor. Sivil toplumu olmayan Türkiye halkı, cinsiyet farklılığının politize olmaması için direnen zamandaşı Batılı halklardan, öncelikle sivil toplum oluşturabilme becerisi ve isteği ile farklılaşıyor. Bu da, doğal olarak, siyaset ile ilgili her türlü meselenin, ilk ve her şeyden önce devlete, siyasal topluma ve o toplumu bedeninde sunan lidere indirgenmesine  yol açıyor.

Aslında, son iki yüz yıldır, en işlevsiz modern örgütlenme biçimi (veya en işlevsiz demokrasi) bile “sivil toplum” kavramı üzerine kuruluyor ki bu yapının ortaya çıkma koşulları, katılımcılarının gönüllü istekleri dışında hiçbir kurala bağlı kabul edilmiyor. Sokaktaki çöpleri toplamak isteyenler, bir sivil toplum kuruluşu ile bu işi halledebiliyor. Oyları yeniden saymak isteyenler, sivil bir toplumsal hareket başlatabiliyor. Kesilen ağaçları protesto etmek isteyenler, canlarının istedikleri yerde toplanıyor, bağırıp çağırabiliyor. Bunların hepsi modern siyasal örgütlenmelerde siyaset ile toplum arasında yapılan sözleşmenin değişmez ve koşulsuz maddeleri arasında yer alıyor. Basitçe, modern devlet hukuku herhangi bir nedenle, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde bir araya gelmek isteyen insanların devlet veya bir başka siyasal toplum aracı tarafından engellenmesini yasaklıyor. Zira, tüm bu aygıtların amacı, insanların sokakta veya başka bir yerde toplanmaya gerek duymamalarını sağlamaktan geçiyor. Eğer insanlar (sivil toplum) kendi yarattıkları ve sahibi oldukları siyasal araçlardan memnun değillerse, bunu değiştirme gücünü doğal olarak yeniden kendileri sağlamakla yükümlü bulunuyor.

Siyasi partiler, sivil toplumlardan farklı çalışıyor. Adı üzerinde sivil toplumun değil, siyasal toplumun bir parçası olmak – bir başka deyişle, hükmetme gücüne, zor araçlarını sorgusuz kullanabilme gücüne sahip olmak – istiyor, buna aday oluyorlar. Bu noktada, siyasi partilerin kuruluş amacı – sivil toplum kuruluşlarından farklı olarak – zor araçları üzerinde hak iddia etme arzusu olarak ön plana çıkıyor. Sivil toplum ise tümüyle rıza araçlarını hedef alıyor. Elbette eğer rıza araçları, toplumun çoğunluğunun istediği şekilde cereyan etmiyorsa, bunu zor araçları üzerinde hak iddia etmeye kadar götürebiliyor toplumlar ama bu tip istisnalar (bknz. Türk Kurtuluş Savaşı, Fransız Devrimi vb.) dışında, sivil toplum her zaman ‘rıza üzerinden siyaset’ yapıyor.

Tekrarlayalım: Sivil toplum başka araçlarla da olsa – en az siyasal toplum kadar – siyaset yapıyor, onun ayrılmaz bir parçası oluyor.

Feyzioğlu-Erdoğan tartışmasında – ideal olarak – Feyzioğlu “rıza” araçlarını, Erdoğan ise “zor” araçlarını temsil ediyor. Bu durumda, Feyzioğlu canının istediği her konudan, canının istediği her yerde ve şekilde bahsetme hakkına “doğal olarak” sahip görünüyor. O, beğenmediği konuları eleştirmek, beğendiklerini övmek, hatta yalan söylemek gibi özgürlüklerini sivil toplumun bir parçası olma statüsünden alıyor! Zira o temsil eden değil, temsil edilen tarafta yer alıyor. Erdoğan ise halihazırda istediği herkes üzerinde “zor kullanma” hakkını – aslında bizzat Feyzioğlu’nun da içinde yer aldığı – vatandaştan aldığı için, modern siyasal örgütlenme içinde temsil ettiği insanların her türlü sözünü dinlemek, onları almak, anlayışla karşılamak, ancak her türlü rasyonel-ampirik tehdit bulgusundan sonra (belirli bir ölçüyü ve şiddeti aşmayacak biçimde) zor araçlarını kullanabilme mecburiyetini taşıyor.

İdeal olmayan Türkiye realitesi ise şöyle gerçekleşiyor: Erdoğan, kendisinin sivil toplumdan siyasal topluma geçiş yapan tek siyasetçi (siyasal toplum aktörü) örneği olduğunu iddia ediyor. Ondan önce bunu deneyenler (Menderes, Özal vb.), Erdoğan’a göre sivil toplumun iradesini siyasallaştırmadan önce, eski siyasal toplum (ordu, yargı, yürütme) tarafından engelleniyorlar. Erdoğan, Feyzioğlu’nun ve onun temsil ettiğini ileri sürdüğü tüm tarihsel aktörlerin (yargının, askerin, CHP’nin, Cumhurbaşkanlarının vb.) zor araçlarını ellerinde tutmaya alıştıklarını, ancak AK Parti sonrasında bu işleyişin tersine döndüğünü öne sürüyor. Tüm çıkışlarının ve bağırışlarının arkasında “siz rıza aracısınız, zor araçlarına yeniden hükmedemeyeceksiniz” iddiası ve arzusu yatıyor. Çünkü Erdoğan’a göre Feyzioğlu’nun ve onun temsil ettiği her şeyin tek amacı, zor araçlarının yeniden sahibi olmak olarak görünüyor. Bir başka deyişle, Erdoğan’ın sürekli tekrarladığı “eski zihniyetin” tek arzusu, zor araçlarına yeniden hükmederek, kendisi gibi olanları (yeni siyasal toplumu) dışlamaktan geçiyor.

Tüm bunlara bağlı olarak Erdoğan aslında Feyzioğlu’nu bir sivil toplum ferdi olarak görmüyor.

Gezi’dekileri de sivil toplum olarak görmüyor.

CHP’lileri de sivil toplum olarak görmüyor.

MHP’lileri de sivil toplum olarak görmüyor.

Anayasa Mahkemesi’ni de sivil toplum olarak görmüyor.

Avrupa Birliği’ni de sivil toplum olarak görmüyor.

Barolar Birliği’ni de sivil toplum olarak görmüyor.

LGBT’yi de sivil toplum olarak görmüyor.

Ona göre, “bunların” hepsinin aynı hedefi paylaşıyor: Tüm bu gürültüyü çıkaranlar, şu anda ‘gerçek sivil toplumu’ temsil eden, ondan oy alan, onu destekleyen AK Parti’ye “ait” zor araçlarını yeniden ele geçirmek istiyorlar. Bir başka deyişle, Erdoğan’ın ve onun ‘sivil toplumunun’ dünyasında rıza araçları ile zor araçları birleşmiş, aynı olmuşa benziyor.

Onun otoritesini, yaptıklarını, hedeflerini rıza yoluyla da olsa, zor yoluyla da olsa geri-almak isteyenlere karşı savaşmak zorunda hissediyor Erdoğan kendisini. Hepsi birer tehdit, hepsi birer komplo, hepsi birer saldırı olarak kabul ediliyor. Bu nedenle sadece Feyzioğlu çıkışında değil, kendi başbakanlık tarihinde hiçbir “eleştiride” Erdoğan “rıza araçları” ile kendisine yaklaşıldığına inanmıyor. Onun için, zor aracı ile rıza aracı arasındaki fark ortadan kalkmışa benziyor. Hepsi, yeni inşa ettiği ve meşruiyetini ‘gerçek sivil toplumdan’ aldığını iddia ettiği hegemonya için birer tehdit ve bu nedenle – kendisini halk kitlelerinin tek bir bireyde vücut bulmuş hali olarak gördüğü ve görüldüğü için – halk iradesini yok saymak olarak kabul ediliyor.

Kendisine ‘sivil toplum’ olabilmeyi yakıştıramayan, her türlü sivil toplumsal girişimi bir tehdit olarak algılayan, devletin ya da siyasal toplumun üstünlüğünü, devamlılığını ve yüceliğini geri kalan her şeyin üzerinde tutan bir halkın içinden çıkmış ve o halkın desteğini kazanmış bir lider olarak Erdoğan’ın sivil toplum ile siyasal toplum, rıza araçları ile zor araçları, çoğulluk ile çoğunluk arasındaki farkları önemsemiyor ya da kabul etmiyor oluşunun nesi hayret vericidir, nesi yeni bir keşiftir, nesi yepyeni bir bulgudur gerçekten anlayamıyorum. Erdoğan’ı izleyen, dinleyen, onu çok seven ya da ondan ölesiye nefret eden herkes, ama gerçekten herkes, Erdoğan’da aslında kendisinden, kültüründen, siyasi algısından, ahlak algısından, eğitiminden, dünya görüşünden bir parçayı görüyor. Erdoğan bu nedenle siyaset yapıyor. Bu nedenle siyaseti şekillendiriyor. Bu nedenle zamanın ruhuna hakim oluyor. Bu nedenle konu ne olursa olsun yalnızca ondan söz ediliyor.

Bahsi geçen Erdoğan oluyor, bahsedilen ise hepimiz oluyoruz.

Ölçümüz Erdoğan oluyor, Erdoğan ölçümüz.

Feyzioğlu, Erdoğan’dı.

Biz, Erdoğan’ız.

Erdoğan da biz.

 

 

[1] Platon, ”Dördüncü Kitap”, Devlet, S. Eyüboğlu ve M. A. Cimcoz (çev.), 4. yy/ 2010, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 130.

[2] Eurovision Song Centest Official Site, 10 Mayıs 2014

[3] “Michael Sam Kiss: St. Louis Rams Drafted 2014 First Openly Gay Football Player”, YouTube, 10 Mayıs 2014,

[4] “Cynic Elemanlarından Metal Dünyasında Eşcinsel Olma Konusunda Yorumlar”, Pasifagresif, 12 Mayıs 2014,

[5] Ben burada tarafımı “siyasallığın doğum ile, hatta gebe kalma ve öncesiyle başladığı” önermesini sunan Michel Foucault’dan yana belirliyorum. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, H. U. Tanrıöver (çev.), 1976/2010, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[6] “Feyzioğlu’na Kızan Başbakan Töreni Terk Etti”, Hürriyet, 10 Mayıs 2014.

[7] Antonio Gramsci’den aktaran Martin Carnoy, Devlet ve Siyaset Teorisi, S. Coşar vd. (çev.), 1984/2013, Ankara: Dipnot Yayınları, s. 94.

[8] Bir kez daha belirtmek gerekirse, Gramsci’ye göre her iki yaklaşım da, belirli bir zümrenin çoğunluk üzerindeki gücünü onaylamaktan, o gücü o veya bu şekilde meşru kılmaktan ve temelde küçük bir azınlık grubunun lehine çalışmaktan kaçmıyor, kaçamıyor.

 

*** Fikirleri ve yorumları ile bu yazıyı yazmama önayak olan Ömer Giderler’e teşekkür ederim.

Comments Off on rıza zora karışırken…

Filed under Güncel

Comments are closed.