NBA-fil diye bir kavram var mı?
Varsa da yoksa da, ben oyum. Hep oydum. Murat Murathanoğlu’nun sesini ailemdeki insanlardan daha sık duydum. Elimdeki seloteybi soba borularının (evet o kadar yaşlıyım!) üstünden altından geçirip ‘sayı’ buldum. Michael Jordan’ı o kadar çok izledim, o kadar çok sevdim, o kadar çok ezberledim ki, tam ben ona alışmışken bırakıp gitmesiyle karalar bağladım. O arada azılı bir Efes Pilsen taraftarı oldum, NBA’yi ‘kimse Jordan kadar kazanmasın’ anlayışı ile izlemeye koyuldum. Allah’tan Jordan fazla uzatmadan döndü de rahatladım. Üç yıllık şovunun yakından izleyicisi oldum. Eve gerçek boyutta bir pota, minyatürden hallice bir top aldım. Gece gündüz alttaki komşularımızın kafasında dan dun top sektirdim (hepsinden tüm kalbimle özür diliyorum!). Asist programına her hafta canlı bağlandım. Jordan bir daha gitti, onun veliahdını aradım. Düsturum hiç değişmedi: Onun kadar kazanabilecek hiç kimseden hoşnut olmadım. Kobe Bryant’tan da, LeBron James’ten de, her ‘yeni-gelen-Jordan’dan da nefret ettim. Onların gıcık takımlarına sinir oldum. Shaq’i ve Phil Jackson’ımı kapan Lakers’dan tiksindim. Sanki sırf Jordan gitti diye şampiyon olmuşlar gibi ‘ilk kurban’ San Antonio Spurs’ü de her zaman hedef tahtasına yazdım. Tim Duncan’ı, Manu Ginobili’yi, Tony Parker’ı, Greg Popovich’i leş üstünde gezen akbabalara benzettim. Azıcık ivme kazanan tüm takımların üzerinde Jordan’ın hayaletini dolaştırdım. Kim ki favori değilken kazandı, onlara hayran kaldım. Dwyane Wade’i mesela, daha draft bile edilmeden keşfetmişliğimle övündüm. Bir kez bile all-star olamamış Jason Williams’ı olağanüstü dirsek pası [1] nedeniyle zamanının ‘en iyi oyun kurucusu’ ilan ettim. Kevin Garnett’in müthiş Timberwolves’unu sevdim. Sırf birinci değil de ikinci sıradan seçildi diye Kevin Durant’e sempati besledim. Brandon Roy’lu Portland’a bayıldım. Nicolas Batum’u, Paul George’u, Steph Curry’yi, Marc Gasol’u, Joakim Noah’yı, Anthony Davis’i bugün en sevdiğim oyuncular listesine aldım. Takım değil, oyuncu tuttum. Kazananı değil, kazanmasını-istemediğimi-yeneni sevdim.
Bir gariptim anlayacağınız. Aktörleri, sistemlere tercih ettim.
Hata etmişim…
Yıllardır nefret ettiğim, oyunlarını, oyuncularını, coach’larını antipatik bulduğum San Antonio Spurs’ü bu yıl izlemeye doyamadım. Bir zamanların katı savunma temelli takımının, tüm NBA tarihinin en iyi hücum takımlarından birine (hatta belki de en iyisine) dönüşmüş olmasını kıskançlıkla takip ettim. Bunu NBA draftında ilk on beş sıradan önce seçilmiş sadece bir [rakamla, 1: Tim Duncan!] oyuncuya sahip olarak yapabildiklerini görünce basketbol hakkında bildiğim her şeyi yeniden sorguladım. Bir ara Erman Kunter’in Darüşşafaka’sının birlikte anıldığı motion offense‘i gerçekten izlettirdiler ya bana, bazı zamanlar oldu, nefessiz kaldım! Topun bir saniye bile gereksiz yere herhangi birinin elinde kalmadığı, durmadan dolaştırıldığı, her zaman doğru yerde doğru adama yollandığı, sıkışık anlarda Parker veya Ginobili’nin yaratıcılıklarıyla şaha kalktığı bu basketbola hayran kaldım. Hayatımda izlediğim en iyi basketbol takımı bu yılki Spurs olmuştu, zorla da olsa itiraf ettim; itirafımdan da ayrıca keyif aldım. Greg Popovich ve R.C. Buford ikilisinin yönetici dehalarına, önceki yıllarda nefret etmekten cevherlerini yeterince anlayamadığım o müthiş oyuncuların bencillikten nasibini almamış karakterlerine ve yeteneklerine, basketbolun iki-üç kişi üzerinden değil rotasyonun dibinden gelen oyuncu üzerinden oynandığını gözümüze sokan o harika coaching’e şapka çıkarttım. Kawhi Leonard gibi sessiz, sakin ve gösterişsiz bir adamın finaller MVP’si seçilmiş olmasına inanamadım, gururlandım. Daha iki yıl önce iki yüz [rakamla, 200!] kilo çeken Boris Diaw’ın onu ilk izlediğim günlerdeki çok yönlü potansiyelini nihayet gerçeğe dönüştürebilmiş olmasını nemli gözlerle izledim. Tim Duncan’ı, Jordan’dan sonra izlediğim en büyük oyuncu olarak tanımlamadan geçen yıllarıma hayıflandım. Amerikalıların “built, not bought” dedikleri bir takımın, dünyanın en büyük ‘satılık şovuna’ ikinci defa kaybetmemiş olmasının, ilahi adaletin olası varlığına işaret kabul edilmesi gerektiğini içimden geçirdim. LeBron’ın, bu takımın da miadı doldu diye, ‘yeteneklerini başka bir sahile’ götürme kararı alıp almayacağı üzerine şakalar yaptım. Dwyane Wade’e üzüldüm, Ray Allen’a kırıldım. Ama hepsinden ötesi bu Spurs’ü daha uzun yıllar izlemek istedim. İsteğimin gerçekleşemeyeceğini bildiğimden, hiç olmazsa bir fazladan yıla razı oldum. Duncan’ın önce Manu’ya ve Parker’a, sonra da geçen yıl haince elinden alınan çocuklarına, sarılışını bir kez daha görmek için şeytanla yapılan anlaşmalara dahil olma kararı aldım.
Velhasılıkelam, ben bu Spurs’ü çok sevdim. Woj [2] zaten yazılması gerekeni yazmış, fazla teknik ayrıntıya girmedim. Bu yazıyı İtiraflarım olarak almanızı arz ettim. Tam da onların yaptığı gibi, gururla köşeme çekilip sevinmeyi seçtim. İyi ki Spurs var.
İyi ki bazen bu hayatta iyiler de kazanıyor.
[1] http://www.youtube.com/watch?v=qeEuaxo3dXo
[2] Adrian Wojnarowski, “How the Spurs’ Road to Championship Redemption Began on A Heartbreaking Night in Miami,” Yahoo Sports, 16 Haziran 2014.