“Bu Çinliler size ne etti?”
COVID-19 pandemisi, modern devletin temel işlevleri ile yurttaşların devletten beklentileri arasındaki Hobbesyen köprüler üzerinde halay çekedursun; modernitenin sadece devlet aygıtı ile değil, diğer ideolojik-pratik-söylemsel kurumları ile de ayakta kalma çabaları devam ediyor. Belki de beş yüz yıllık bir serüvenin (anti-)kahramanının, inşa ettiği her şeyden öyle bir anda vazgeçeceğini sanma naifliğine düşenler şimdiden hayal kırıklığına uğramış olsa bile, aslında onların bu devlet-zihniyetinden en çok pay alan gruplardan oldukları gerçeği, atılan her tweet, gönderilen her mesaj, sokağa maskesiz yapılan her kaçamak ve telefonların mesaj kutularında görülmesi beklenen her maske kodu ile birlikte kendini belli etmeye devam ediyor.
Modern insan, devletine yapışmış ve onsuz yapamayacak olduğu bilgisini özümsemiş halinden kolay kolay uzaklaşamıyor.
Ama aynı modernliğin, kendi “post”u ile birlikte, insanın başına musallat ettiği bir konu var ki, onun bu statüko-sever zihniyetinde bile sırıtıyor ve şahsen beni her defasında “hakikaten hala mı?” diye sorgulamaya itiyor.
Modern insan, başına ne gelirse gelsin, hangi eylemde bulunursa bulunsun, kaç yaşında olursa olsun, hayata hep “suçlu” ile “kahraman” kutupları arasında bakıyor. Her zaman, içinde bulduğu durumun müsebbibi bir suçluya ve onu bu durumdan çıkartacak bir kahramana ihtiyaç duyuyor. Suçlu diye adlandırdığı, en büyük suçları işlemiş; kahraman diye adlandırdığı da gelip geçecek en büyük fedakârlıkları yaparak, ona yardım etmiş figürler olarak kodlanıyor. Öyle bir radikallik, öyle bir abartma var ki bu kimliklendirme süreçlerinde, suçun da kahramanlığın da ucu bucağı kaçacak şekilde idealize edilmiş – romanlarda okusak “hadi canım oradan” diyecek hale getirilmiş – versiyonlarını dinliyor ve izliyoruz, ağızlar her açıldığında…
Sanki gerçek hayatta Yunan tragedyaları sergilenirmişçesine her şeyin suçlusu da her iyiliğin kahramanı da belirgin, kesin ve şaşmaz.
Her hikâye bir Oidipus… Her hikâyede gerçek annesiyle birlikte olduğunu öğrenen kralın acıları çekiliyor. Anneler kendilerini öldürüyor. Krallar kendi gözlerini oyuyor! Koro yırtınırcasına bağırıyor:
“Ey insanoğulları!
Ömrünüz bence bir hiç.
Kim ermiş bu dünyada özlenen mutluluğa?…
Talihsiz Oidipus!
Gördükten sonra senin yaman alınyazını
İnanmam artık insanların mutluluğuna…” [1]
Üstelik bu dramatizasyonu yapan insanların çoğunun ağzında post-truth sakızları, “işçi sınıfı bitti abi ya” sloganları, “devir bireylerin devri” muhabbetleri, “globalizm ve lokalizm azizim… maksat glokalizm” süslemeleri, “meta-anlatıların ötesine geçtik” güzellemeleri, Deleuzecü-Foucaultcu-minörcü sayıklamaları var ki, heterojenliği sözde-gözlemleyip, homojen suçluyu ve homojen kahramanı böylesine arıyor olmalarının psiko-patolojisini anlamak için ciddi gayrete ihtiyaç duyulduğu da kesin!
COVID-19 sonrası dünyanın yeni suçlusu, belalısı, derdi, günah keçisi ise tabi ki Çin…
(Modern bir insan kalıntısı olarak, isterdim ki yeni kahramanının da ismini/cismini verebileyim ama virüsün aşısını veya tedavisini bulan ya da bulanı sömüren kişiyi maalesef henüz bilmiyoruz.)
Yok efendim ne gereği varmış da yarasayı yemişler, ne dertleri varmış da Vuhan’dan kaçmaya çalışmışlar, neden fotoğraf makinelerinin arkasına saklanıp tüm dünyayı gezmeyi takıntı haline getirmişler, bir Amerika ile savaşmak uğruna niçin laboratuvarlarında tüm insanları etkileyecek virüsü “geliştirmişler…”
Kötü Çin.
Berbat Çin.
ABV Çin.
Hadi şimdilik, en azından bu yazı özelinde, 1,5 milyar insanı tek bir sıfatla (“Çinli” = “Çin”) anlatma çabasının vahametini ve yanlışlığını bir kenara bırakalım. Onu da geçip, modern insanın en büyük takıntılarından biri olan her tekil bireye, bir tümel “millet” atfetme (“milletsiz birey” düşünememe) patolojisini de unutalım.
Burada, yalnızca, geçenlerde benim de içinde bulunduğum, Twitter’da yapılan bir tartışmaya gidip bazı noktalar üzerinden, Çin’in suçlu-kahraman diyalektiğini incelemeye çalışalım.
COVID-19 ve Çin bağlantısının sacayakları, malum, bir şekilde ve illaki “Çinli birinin yarasa yeme” eylemine demir atıyor. “Öteki” olarak seçilenin ya da öyle kurgulananın, “pislik,” “kir,” “iğrenme,” “kötü kokular,” “dışkılama,” “ahlaksız-kabul-edilen cinsellik” ve diğer “mide kaldıran” eylemler ve olgular ile birlikte anılmasının sebebini en azından Sigmund Freud’dan beri biliyoruz [2]. Bu nedenle bir toplumdaki azınlıkların “evinde yemek yemememiz,” “onlarla yalnız kalmamamız,” “verdiklerini almamamız” konusunda uyarılarak ve onlara dair hikâyeleri her zaman bir çeşit “kirlilik” çerçevesi içinde dinleyerek büyütülüyoruz. Bu da yetmiyor, “öteki” olanın bilinçdışımızda uyandırdığı “tiksinti” ve “lanetlenme” kodlarının altını, kendi “Biz”imizin ne kadar “temiz” ne kadar “saf” ve ne kadar “homojen/bilinir” olduğu konusundaki “hakikatlerle” dolduruyoruz.
Ne diyordu Herbert Marcuse:
“Freudcu düşüncede, uygarlık bir ‘doğa durumu’na tümüyle son vermektedir.” [3]
İşte tam da burada kendimizi (“Biz”i) “uygarlığın/medeniyetin” kurucusu ve bir üyesi olarak sayıp, karşımıza neden “doğal/barbar” olanı (“Öteki”yi) yerleştirdiğimizi anlamaya başlıyoruz.
Yarasayı yiyen “barbar Çinlinin” karşısında fileminyonuna mantar soteleyen “uygar Batılıyı” övüyoruz.
Pilava eliyle dalan “medeniyetsiz Cezayirli” karşısında çatalı sol eliyle tutan “medeni Fransız’ı” alkışlıyoruz.
Ganj’ın sularında kendini temizlediğini sanan “pis Hindu’nun” karşısında süt banyosu yapan “temiz İngiliz’in” tarafını tutuyoruz.
Toprak güğümüne kımız damıtan “arkaik Moğol’un” karşısında 14 santigrat derecede San Gimignano şarabını saklayan “modern İtalyan’a” imreniyoruz.
Üstelik – ve en fenası da – burada yapılan sözde-“tercihlerin” teknik, akılcı birer karar, rasyonalite süzgecinden geçirildikten sonra çoğunluk tarafından kabul edilen birer seçim olduğuna kendimizi inandırıyoruz.
Biliyoruz veya bilmiyoruz, sosyal medyada bir hesap sahibi olmanın bize kattığı “artık-iktidar” ile belki bilmek gereği bile duymuyoruz ama aslında, tüm bunları yaparken “kültür” kavramı ile “uygarlık/medeniyet” kavramını birbirine karıştırıyoruz. Öyle ki, İngilizcede ve Latince kökenli dillerde “civilization” sözcüğü ile ifade edilen şeyin, Almancada “Kultur” sözcüğüne eşdeğer olduğuna kendimizi inandırıyoruz. Oysa Norbert Elias’ın açıkça belirttiği gibi,
“Fransızca ve İngilizcedeki ‘uygarlık’ kavramı siyasi, ekonomik, dinsel, teknik, ahlaki ya da toplumsal olgular için kullanılabilir. Almancadaki ‘kültür’ kavramı ise özünde düşünsel, sanatsal ve dinsel olguları ifade eder ve bu tür olgular ile siyasi, ekonomik ve toplumsal olguları mümkün olduğunca ayırma eğilimi gösterir. Fransızca ve İngilizce ‘uygarlık’ kavramı, yapılan şeylere işaret edebilir ama aynı zamanda, bir şey yerine getirmiş olsun ya da olmasın, tavırları, ‘behavior’ı da içerir. Buna karşılık Almancadaki ‘kültür’ kavramındaki ‘behavior’ ile bir insanın herhangi bir şey yerine getirmeksizin sadece varlığı ve davranışlarıyla sahip olduğu değerler arasındaki bağlantı çok zayıftır… İki kavram arasındaki bir başka fark da bununla çok yakından ilgilidir. ‘Uygarlık’ bir süreci ya da en azından bir sürecin sonucunu anlatır. Sürekli hareket halinde bulunan, daima ‘ileriye’ doğru hareket eden şeye işaret eder. Bugün kullanılış biçimiyle Almanca ‘kültür’ kavramı ise başka bir hareket yönüne sahiptir: Bu kavram, ‘bir halkın özelliklerini içeren’ sanat yapıtları, kitaplar, dini ya da felsefi sistemler gibi, ‘tarladaki çiçeklere’ benzer şekilde var olan insan ürünlerine işaret eder. Almanca kültür kavramı sınır çekici, dışlayıcıdır.” [4]
Bünyemizi saran “suçlu bulma” ihtiyacı, bizi yemek yeme gibi son derece “sınır çekici, dışlayıcı,” ve hatta “tarladaki çiçeklere benzer şekilde” “bir halkın” ekim biçimini andıran bir eylemi bile “teknik bir detaya” indirgemeye götürüyor. Kültür kavramının “cultus”tan, yani Latince “ilgi göstermek” fiilinden geldiğini, bir başka deyişle, kurucu, inşa edici ve toplumsal bir etkinlik olduğu olgusunu, bizlere unutturuyor. Karşısındaki medeniyet kavramının ise Arapça’da “şehir” anlamına gelen “medine”nin bir türevi olduğunu; dolayısıyla da farklı kültürlerine rağmen bir arada yaşamak zorunda kalan “aynı şehrin insanlarına” bir düzen vermek için, onları belli kurallara bağlama motivasyonunu içerdiği bilgisini adeta bizden gizliyor. Biz de buna mukabil, sanki annesinin yedirdiği mama üzerinde seçim şansı varmışçasına bir bebeği yedikleriyle yargılar gibi, kendi mutfak kültürümüzde olmayan şeyleri yiyen Çinlileri aforoz ediyoruz. Sanki her insan yiyebileceği her şeyi seçebilirmiş – yemek yemenin, yemek seçmenin, ekonomik ve sınıfsal bir boyutu yokmuş – gibi, yarasanınkiyle aynı protein içeriğine sahip bakliyatları sıralıyoruz. Bize uymayanı – sanki evrensel bir normal varmış gibi – “normal”in dışına atıyoruz. Yarasa, fare, köpek gibi bize “tiksinti” veren şeyleri, “Çin kültürüne” değil “2020 yılının Çinlisinin medeniyet(sizliğ)ine” indirgerken; COVID-19 kapatılmasında aş erdiğimiz kokoreçi, mumbar dolmasını, şırdanı, ciğeri, böbreği, yüreği özlemle yâd ediyoruz. Bu saydıklarımızın aslında “ne kadar temiz” olduğunu kendimize anlatan teknik-terimler icat ediyoruz.
Bilmiyor ya da bilmezden geliyoruz ki
- Kokoreçi mideye indirmeyi “kültür”ümüzden,
- Kokoreçin aslında gayet temiz bir yiyecek olduğuna dair yaptığımız akılcı açıklamayı “medeniyet”imizden
öğreniyoruz.
Kültürümüz üzerinde seçme şansımız yokken, medeniyetimizi en azından kontrol edebilme veya onu reddedebilme lüksüne sahibiz. Ve işte tam olarak da bu karşıtlığın kolaycılığına teslim oluyoruz. Kendimizi “kurban,” var olan tüm Çinlileri “suçlu” addetmek için, “ama onları da yarasanın virüslü olabileceği konusunda uyardılar” safsatasına sarılıyoruz – sanki bir dönemin en can sıkıcı Avrupa Birliği meselesi, kokoreçin AB talimatları gereğince satışının yasaklanması değilmiş, buna hiç itiraz etmemişiz gibi…
Kültür ile medeniyet, hars ile medeniyet [5], Gemeinschaft ile Gesellschaft [6], mekanik dayanışma ile organik dayanışma [7], bedevi toplum ile haderi toplum [8], hatta mitos ile logos [9] arasındaki farklar yüzlerce yıldır dillendirildiğine göre, bu kolaycılık sadece bizim neslimize özgü değil. Yine de insan, aydınlandığını, artık bir şeyleri aştığını, toplumun kurallarına başkaldırdığını öne süren (post-)modern bireyden hala daha fazlasını bekliyor işte… “Ah o Çinli o yarasayı neden yedi?”den ziyade, “tarih, pandemiler mezarlığı değilmiş gibi; niçin bu dünyadaki hiçbir devlet olası bir pandemiye karşı önceden hazırlık yapmamış, benim vergilerim buna değil de neye harcanmış?” sorusunu sorabilsin istiyor. “Birkaç devlet hariç neden tüm ülkelerde sağlık ve ilaç sektörü özelleştirilmiş de, şimdi aşının, tedavinin bulunması için kurumsal çabalar değil bireysel mucizeler bekleniyor acaba?” diye sorgulasın istiyor. “Aşıyı bulan devlet, malı götürecek” gibi bir ifadede neden sağlığın değil de paranın/kârın belirleyici olduğunu bir daha düşünsün istiyor.
İnsanlar suçluyu ve kahramanı ararken; ilkini bulmaları durumunda “kurban,” ikincisini bulmaları durumunda ise “yardıma muhtaç” konumda olduklarını fark edemedikleri müddetçe, bu karşıtlığın büyük bir memnuniyetle sürdürüleceği muhakkak.
Öte yandan elcağızlarıyla yarattığı antroposende can çekişmekle meşgul olan insanlığın, kendini “biricik” görüp ötekileri hep “bir kalıptan çıkma” sayan türdaşlarının oksimoronik varoluşlarını keşfetmelerini bekleyecek daha ne kadar zamanı var, işte orası kocaman bir soru işareti maalesef…
[1] Sophokles, Kral Oidipus, B. Tuncel (çev.), M.Ö. 430/2018, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, ss. 46-47.
[2] Sigmund Freud, “Haz İlkesinin Ötesinde,” Haz İlkesinin Ötesinde – Ben ve İd içinde, S. M. Tura (der.), A. Babaoğlu (çev.), 1920/2009, İstanbul: Metis, ss. 19-70.
[3] Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık: Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme, A. Yardımlı (çev.), 1955/1985, İstanbul: İdea, s. 41.
[4] Norbert Elias, Uygarlık Süreci: Sosyo-Oluşumsal ve Psiko-Oluşumsal İncelemeler – Cilt I: Batılı Dünyevi Üst Tabakaların Davranışlarındaki Değişmeler, E. Ateşman (çev.), 1939/2011, İstanbul: İletişim, ss. 74-75.
[5] Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, N. Sattarova (haz.), 1918/2019, İstanbul: Bilge Kültür-Sanat, ss. 34-40.
[6] Ferdinand Tönnies, “Gemeinschaft ve Gesellschaft”, Şehir ve Cemiyet içinde, A. Aydoğan (çev.), 1887/2005, İstanbul: İz, ss. 185-217.
[7] Émile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, Ö. Ozankaya (çev.), 1893/2006, İstanbul: Cem, ss. 99-116 ve 143-54.
[8] İbni Haldun, Mukaddime – II. Kitap, T. Dursun (çev.), 1377/2013, İstanbul: Kaynak, ss. 15-51.
[9] James G. Frazer, Altın Dal – Cilt I: Dinin ve Folklorun Kökleri, M. H. Doğan (çev.), 1890/2004, İstanbul: Payel, ss. 211-395.