Daron Acemoğlu ile James Robinson’ın kaleme aldıkları ve dünya ekonomi-sosyoloji çevrelerinde büyük yankı uyandıran Why Nations Fail? The Origins of Power, Prosperity, and Poverty isimli kitabı – büyük merakla – okurken ve okuduktan sonra aklımda beliren temel bir figür oldu: İbn-i Haldun.
Anlayabildiğim kadarıyla Acemoğlu ve Robinson’ın “neden bazı milletler diğerlerinden daha başarılı?” sorusuna verdikleri temel yanıt iki yönlü bir argüman üzerine kurulmuş. İlk olarak, yazarlar başarı ile müreffeh olma/zenginlik (prosperity) kavramlarını birbirinin yerine kullanıyor ve bir milletin müreffehleşme süreçlerinin kültür, coğrafya, din, tarih gibi yarı-objektif faktörlere değil, demokratik olarak inşa edilmiş (objektif) kurumlara bağlı olduğunu iddia ediyorlar. Onlara göre kurumlar, kapsayıcı (inclusive) ve dışlayıcı/sömürücü (extractive) olarak kendi içlerinde de ikiye ayrılıyorlar ve demokratik olarak inşa edilmiş kurumlar ne kadar kapsayıcı olursa, bir milletin müreffeh olma olasılığı o kadar artıyor. İkinci olarak ise bu kurumların yalnızca inşa edilmiş olmaları müreffeh olmaya giden sürece doğrudan etki etmiyor; bununla birlikte, eş zamanlı olarak, bu kurumların arkasında olup onları tökezleme zamanlarında destekleyecek bir merkezi otoritenin mevcudiyeti de gerekiyor. Kurumların kapsayıcılığı veya merkezi otoritenin müdahale kapasitesi (örn. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya) ne kadar artarsa, toplumsal ‘başarı’ da o kadar tesadüfi, geçici ve temelsiz oluyor.
Bu argümanların sonunda bugün ‘başarılı’ olarak değerlendirilebilecek devletler, şüphe yok ki, Batı medeniyetinin ürünleri (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Avustralya, İskandinav ülkeleri vb.) olarak görünüyor. Demokratik Barış Teorisi veya (artık kimse kabullenmese de) Fukuyamacı yaklaşımların bahsettiği üzere, diğer ‘medeniyetler’, bugün Batı-gibi-olma aşamasından geçiyor, Batı’yı taklit ediyorlar – ettikçe ‘başarı’ya daha fazla yaklaşıyorlar (örn. Güney Kore). Acemoğlu ve Robinson’ın kitabı bu mimesisin neden gerekli olduğunun bir nevi ‘ekonomik/kurumsal sağlamasını’ yapmış, liberal demokratik kalkınma modeline ‘organik’ biçimde bağlanmış, Batı-merkezli anlatıyı (yeniden-)onaylamış, oluyor.
‘Medeniyet,’ şüphesiz oldukça karmaşık ve üzerinde ortak bir tanıma yer bulunamayan bir olgu. Toynbee’nin öncü analizinden, Spengler’ın karamsarlığına, oradan Huntington’ın yeni-dünya-modeline kadar birçok Batılı tartışmanın konusu olsa da, Batı için henüz pejoratif bir kullanım alanı da oluşturabilmiş değil. Belki bu Batı-merkezcilik yüzünden, belki de başka bir sebepten dolayı, Acemoğlu ve Robinson’ın kitabı henüz on dördüncü yüzyılda, toplumların başarısı, müreffehlik düzeyleri ve dahası – kaba bir ifadeyle – son kullanma tarihleri hakkında yazan ilk düşünür olmasına rağmen, İbn Haldun’un Mukaddime‘sine atıfta bulunmuyor. Onun ‘Doğulu’ perspektifinin temelini oluşturan umran ilmi, medeniyet düşüncesi, asabiyye, göçebe ve yerleşik toplumlar arasındaki farklar, devletin aşamaları, artı-değerin adilane dağıtımı gibi kavramlarından yararlanmıyor. Oysa kapsayıcı ve dışlayıcı kurumlar arasındaki diyalektik, otoriter yönetimin sertleşme aşamaları, kurumların etkilerini kaybedişleri veya rızanın zora dönüşümü süreçleri gibi teorik tartışmaların, umran ilmi metodolojisi ile desteklenebilme potansiyelleri (hatta buna duyulan ihtiyaç), Why Nations Fail?‘in başından itibaren kendisini gösteriyor. Daha da önemlisi, Acemoğlu ve Robinson, bu analizleriyle birlikte adeta Batı medeniyetinin övdükleri kurumlarının bir sonu olmayacağını öngörürlerken, İbn Haldun’un umran ilmi, bu medeniyetin de bir sonu olacağını, bu kurumların da dönem dönem düşüşler yaşayacaklarını ve yerlerini yenilerine bırakma kapasitesine sahip olmadıkları anda (homeostasın kayboluşu anında) başka bir medeniyetin farklı kurumları tarafından yerle bir edileceklerini de, yedi yüzyıl önceden hatırlatıyor. Why Nations Fail?‘in sonuna doğru yaklaşırken okurda oluşan, “tamam söylediklerinizi anladım ama ya gelecek?” sorusu, belki de Haldun’un olası katkılarıyla çok daha anlamlı bir yanıta kavuşabiliyor. Onun eksikliği ise, kitabı kapattığınız anda hissettiğiniz tatminsizlik duygusunda ciddi bir rol oynuyor.
Acemoğlu ve Robinson, kitaplarında yer verdikleri ve vermedikleri tartışmalara ŞU ADRES üzerinden hala devam ediyorlar. Kim bilir belki bir gün o adreste İbn Haldun’un adını görmek de mümkün olur… En azından ‘Doğulu’ bir adamın ümitleri bu yönde…