10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tanıdık, tahmin edilmesi güç olmayan ve en nihayetinde curcunasız sonucunun hemen ardından yaşanan iki aktüel olay Türkiye gündemini ziyadesiyle meşgul ediyor ve yakın gelecekte de edeceğe benziyor. İlk olay seçimlerin “görkemsiz kaybedeni” CHP’nin içindeki dağılma ile şekillenirken; ikinci olay seçimlerin öncesinde ve sonrasında -Selahattin Demirtaş’ın paradoksal gözükse de “iktidarı besleyen muhalefet” şiarında ve Kürt Hareketi’nin oy potansiyelini göstermesi amacıyla gayet rahat açıklanabilen adaylığına karşın – Erdoğan’a açık desteğini ileten Kürt Hareketi ile organik bir bağ içerisinde değerlendirilmesi gereken 15 Ağustos 2014 Lice-heykel meselesi olarak ortaya çıktı. Her ikisini de popüler “yeni Türkiye” (ya da “Türkiyelilik”) sloganı altında değerlendirmek anlamlı gözükse de aslında bu olayların ilki bir çözülüşü, ikincisi ise yeni bir sentezi/birleşimi sembolize ediyor. CHP’nin uzun zaman önce kendi içine çekildiği girdap, bana kalırsa yakın zamanda yeni ve anlamlı bir ürün vermeyecek ve “yalnızca-adı-CHP” bir müddet daha tamahkar seçmeni ve iktidar-kopyacısı yönetim kademesi ile ortalıkta dolaşmaya devam edecek. Asıl ilginç gelişmeleri içerecek konu, hiç şüphesiz, “yeni Türkiye”nin yeni sentezinde vuku bulacak.
Yalnızca Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile değil, 2008 “demokratik açılım süreci” söyleminden beri – ve etkisini en çok gösterdiği 31 Mart 2014 yerel seçimleri ile de iyice anlaşıldığı gibi – “yeni Türkiye”nin gözde sentezi, Erdoğan-sonrası AK Parti ile Kürt Hareketi’nin Abdullah Öcalan-merkezli [1] kolundan çıkacak. Hasan Güçlü tarafından hazırlanan ve sosyal medya araçlarında elden ele dolaşan şu harita [2] iki çok net tabloyu gözler önüne seriyor:
1- Ege-Akdeniz-Marmara kıyıları hariç olmak üzere Türkiye seçmeninin çoğu, zaten hali hazırda Erdoğan-Demirtaş ittifakına hazır gözüküyor.
2- Ege-Akdeniz-Marmara kıyıları seçmeninin büyük bir kısmı ise Erdoğan’dan ziyade, Demirtaş’ı kabullenmekte sıkıntı çekiyor.
Erdoğan, kendisine yıllardır biçtiği siyasetin merkez figürü olma rolünü kendinde çoktan toplamış ve henüz CHP seçmeni [3] bunu görmeyi reddetse de, muhafazakar seçmenin zihnindeki “Kürt Hareketi” imajını değiştirmiş ve şu anda CHP seçmeninin zihnindeki “Kürt Hareketi” imajını değiştirmeye – CHP’yi ulusalcı akımdan soyutlamaya – koyulmuş gibi gözüküyor.
Peki bu güllük gülistanlık durumda Lice’deki heykel olayı ve sonrasında yaşanan gelişmeler nereye konumlanıyor?
Bu soruya yanıt vermek için Pierre Bourdieu’nün “toplumsal eşitsizliğin yeniden üretilmesinde” önemli bir rol oynadığını iddia ettiği “simgesel şiddet” kavramına bakmak şart.
“Bourdieu gelişmiş toplumlarda bile başat tahakküm tarzının, açık baskı ve fiziksel şiddet tehdidinden simgesel manipülasyon biçimlerine kaydığını iddia eder. Kültür süreçlerinin, üreticilerinin ve kurumlarının çağdaş toplumlardaki eşitsizliği sürdürmesindeki rolü üzerine odaklanmasının nedeni budur. Ona göre [Marksizm’in odağındaki] ekonomik iktidarın yanı sıra, simgesel iktidar da mevcuttur… Simgesel sistemler, bir kültürün bütün mensuplarınca paylaşılan [aynı anda hem iletişim hem de bilgi araçları olan dil, işaretler, semboller vb.] derin yapısal anlamları yönlendiren ‘kodlar’dır… Bourdieu’nün üzerinde en çok durduğu nokta, simgesel sistemlerin bilişsel ve bütünleştirici işlevlerinin yanı sıra tahakküm araçları olarak da işlev gördüğüdür. Hakim simgesel sistemler hakim grupların bütünleşmesini sağlarken, ezilen gruplar için ayrım ve hiyerarşi yaratır ve tahakküm altındakileri, toplumsal ayrımların mevcut hiyerarşilerini kabul etmeye sevk ederek toplumsal tabakalaşmanın meşruluk kazanmasını sağlar. Dolayısıyla siyasi bir işlev görür.
… Bourdieu’ye göre ideoloji, ya da ‘simgesel şiddet,’ ekonomik ve siyasi iktidarı kılık değiştirmiş, sorgusuz sualsiz kabul edilen biçimler altında temsil ederek toplumsal dünyayı anlamayı ve uyarlamayı sağlayan araçları dayatma gücüdür… Bourdieu ‘simgesel şiddet’ ifadesini kullanmakla, ezilenlerin ezilme koşullarını nasıl meşru gördüklerini vurgular. Simgesel iktidar, hem tahakküm kuranın hem de tahakküme uğrayanın rızasını sağlayan bir meşrulaştırma gücüdür.” [4]
Simgesel şiddeti, şiddetin fiziksel formu ile birlikte “yapısal şiddet” tanımının altına konumlandıran Ergin Yıldızoğlu’na göre, simgesel şiddet “ezilenlerin sıkıntılarını anlamalarına ve ifade etmelerine, buna direnmelerine olanak verecek lisana ve imgelere ilişkin araçları bastıran, kullanılamaz, görülemez, ulaşılamaz kılan, buna karşılık baskıyı egemenlik sistemini üreten söylemlere ilişkindir. Simgesel şiddet, belli sınıf ve tabakaların çıkarlarının, hatta varlıklarının simgesel ifadelerinin, toplumun simgesel alanından silinmesini de getirebilir. ‘Kültür endüstrisi’ bu alanda özellikle önemli bir uygulayıcıdır.” [5] Bir kadının ‘taciz edilmek’ korkusu ile mini etek giyememesinden bir Alevinin Ramazan’da oruç tutmayı ‘normalleştirmesine,’ toplumda ‘kaybeden’ imajını üzerine geçirmemek için günün popüler takımlarına ‘gönül veren’ gençlerin varlığından zorla üniversiteye giden veya diploma uğruna istemedikleri bölümde okuyan öğrencilerin durumuna, Gezi’ye katılmak isteyip katılamayan MHP’li gençlerden apaçi alt-kültürüne kadar birçok örnekte kendisini gösteren simgesel şiddet, elbette siyaset oyununun da önemli bir aracı konumunda.
İşte Lice olayları, PKK’nın lider kadrosundan, ulus-devletin ordusuna ilk kurşunu sıkması ile ‘simgeselleştirilen’ Mahsum Korkmaz’ın heykelinin dikilmesini, o heykelin valilik kararıyla yıkılmasını, bu sırada yıkılmayı protesto ederken polis kurşunu ile vurulan Mehdi Taşkın’ın ölümünü de içeren tüm boyutları ile “yeni Türkiye”nin simgesel iktidarına ve o iktidarın simgesel şiddetine epik bir örnek vaka oluşturuyor.
Tüm bu olayların merkezinde bir ‘heykel’ yatıyor. Heykel iki açıdan son derece önemli bir sembol aslında. İlk olarak heykeller, kökenleri kadim tanrıları sembolize etmeye dayansa da bilhassa ‘büst’ formları ile on dokuzuncu yüzyıl ulus-devletlerinin “sivil tanrıları” olan kurucularını veya kurucu liderlerini (bazı durumlarda da diktatörlerini) imler. İkinci olarak, bu büstler ulus-devletlerin her şehrinde, her bürokratik kurumunda ve her eğitim kurumunda arz-ı endam ederek, millet olmayı ve millet bilincini gündelik olarak hatırlatma/unutturmama görevi görürler [6]. Lice’de bir ‘Kürt mücadelesi kahramanı’ olarak sembolize edilen Mahsum Korkmaz’ın heykelinin dikilmesi, bu anlamda yalnızca Türklük bilincine (milletliğine) bir meydana okuma olarak değil, aynı zamanda bu ülkede ana etnisiteye kurşun sıkan, farklı etnisiteden kahramanların da olabileceğine dair “yeni Türkiyeli” bir sembol olarak da değerlendirilmelidir. AK Parti’nin milliyetçi-muhafazakar kanadı kendini milliyetçilikten soyutlayıp din-temelli bir muhafazakarlığa doğru kaydırırken, Korkmaz’ın heykeli bir Kürt olarak onun varlığını ve içerisinde bulunduğu “hikayenin” yeni iktidarca yeniden-okunmasını sembolize etmektedir. Bu hikayeye göre, Korkmaz’ın varlığının tam kalbinde “eski Türkiye”nin (ordusu ve bürokratik kadrolarının) milliyetçilik ile özdeşleşmiş ‘yanlışları’ yatmaktadır.
Peki neden o ‘heykel’ için dört gün sonra yıkım kararı verilmiş, beş gün sonra da TSK askerlerinin “botları” altında ezilirkenki fotoğrafları ana akım medyaya servis edilmiştir?
Bourdieu’nün de ısrarla belirttiği gibi, simgesel şiddet simgenin kendisinden daha değerlidir. Liberal düşüncenin günah keçisi devletinin apaçıklığı karşısında, o düşüncenin akıl erdiremediği simgesel iktidar bir o kadar gizildir. O heykelin oraya dikilmesinin de oradan kaldırılmasının da devlet ile bir ilgisi yoktur [7]. Devlet gerektiği yerde ve gerektiği şekilde kullanılan şiddet araçlarının kristalize olmuş, genel bir başlık altında toplanmış halidir. Simgesel iktidarın gücünü aldığı kaynak, tahakküm altındakilerin ket vurulmuş arzularıdır. O arzular Lice’deki insanların heykel dikme özlemlerine, geride kalanların (yukarıdaki haritada kahverengiye çalan yerlerdeki insanların) ise bilhassa o heykeli yıkma isteklerine denk düşmektedir. Tüm bunların merkezinde duran şey, aslında her iki tarafın da varlığının gerekliliği konusunda bir karara varamadığı ‘heykel’ kavramıdır.
Kimse kimseyi kandırmasın, Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletinde heykel, bu devletin kurucusudur. Ne eksik ne de fazla. O bir sanat eseri değildir. O bir sanat dalı değildir. O farklı insanları tanımlamaz. O ulus-devlet öncesi ‘günahlığından’ ulus-devletin kurucusu ile ‘kurtulmuş’ bir simge, bir formdur. “İçine tükürülen sanat,” heykel değil, cinselliktir. Yıkılan “ucube,” heykel değil, soykırımdır. Ve tüm heykeller, birer heykel değil, ulusal tarihtir.
Lice’deki simgesel şiddetin bir heykeli hedef alması bu bağlamda ele alınmalıdır. Türkiye’de ilk defa Kurtuluş Savaşı (1919-23) dışında başka bir ‘savaşın’ (1984-…) heykeli, toplumun (farklı) bir kesimince ‘dikilmiş,’ [8] dikilen bu heykelin yıkılması, ilk defa toplumun (artık milliyetçi olmayan) muhafazakar kesimince “ne var ki bunda, insanlar heykellerini diksinler işte” yorumları ile karşılanmıştır. Muhafazakarlara göre o heykelin oraya dikilme sebebi “AK Parti öncesi dönemin yanlışları”dır ve her ne kadar yıkılma emri bu dönemin bir valisi tarafından verilmiş olsa da (dikkat edilirse, kaç çocuk yapılacağından hangi marketten alışveriş yapılacağına dair her konuda söyleyecek bir sözü olan hükümetten bu konuda herhangi bir emir gelmemiştir!), devletin ‘bu valisi’ ve bu valinin emrini yerine getiren askeri, muhafazakarlar için hala “eski Türkiye’nin kafasında” yaşamaktalardır [9]. Heykellerin varlığı, hem muhafazakarlar hem de Kürt Hareketi destekçileri için artık “sorguya açılmıştır.” [10] Heykeller, öyle görünmektedir ki, barışın önünde dikilen sembolik engellerdir. Kürt Hareketi yeni heykellerin dikilmemesine, muhafazakarlar ise eski heykellerin de yıkılması gerekliliğine sizce razı değil midir?
Lice’nin içerdiği sembolik şiddet, yeni Türkiye iktidarının “heykel”e karşı tavrını, ona karşı hassasiyetini, ona yönelik tutumunu göstermiş; insanların zihinlerindeki ‘heykel algısını’ şekillendirmiş, köşelerinden sıkıştırmış, kalın çerçevelerle kaplamış ve varlığını “toplumsal bir sorun” olarak kodlamıştır.
Şimdi sorumuz şu: Bu cümlelerde geçen ‘heykel’ sözcüğünü, hangi isimle değiştirirseniz cümlenin anlamı bozulmaz?
Eğer yanıtı biliyor ama o yanıtı verdiğiniz anda “X olmak ile” yaftalanacağınızı düşündüğünüz için bundan çekiniyorsanız, iktidarın simgesel şiddeti doğru yolda demektir.
Herkes gardını alsın…
[1] MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 15 Ağustos 2014 tarihli İmralı ‘ziyareti’ bu Öcalan vurgusunu doğrular nitelikte görülebilir; bknz. “Hakan Fidan’dan İmralı’ya Kritik Ziyaret,” Radikal, 20 Ağustos 2014.
[2] Hasan Güçlü, “2014 Cumhurbaşkanlığı İl-İl Seçim Sonuçları,” 12 Ağustos 2014.
[3] MHP seçmeninin bu tablodaki rolü başka bir yazı konusu olabilecek kadar geniş olsa da, aslında MHP seçmeni “hayalindeki başbuğ” rolüne Erdoğan’ı çoktan kabul etmiş, Kürt Hareketi’nde olası gelişmelere bağlı olarak da zaman içerisinde bu rolü kendisine vermeye hazırlanmakta olduğu izlenimini veriyor. Ekmeleddin İhsanoğlu’na Ankara’da çıkan oylar ile Mansur Yavaş’ın aldığı oyların ufak bir karşılaştırması bu sonuca anlamlı bir destek verecektir sanıyorum: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, İhsanoğlu @ Ankara: 1,239,155 oy; 2014 Yerel Seçimleri, Yavaş @ Ankara: 1, 387,139 oy (aradaki fark: 147,984 oy).
[4] David Swartz, Kültür ve İktidar: Pierre Bourdieu’nün Sosyolojisi, E. Gen (çev.), İstanbul: İletişim, 1997/2011, ss. 120-9.
[5] Ergin Yıldızoğlu, “Neoliberalizm ve Şiddet – 1 -,” Cumhuriyet, 22 Ekim 2012. Metinde geçen ve Theodor Adorno ile Max Horkheimer’a ait olan “kültür endüstrisi” kavramına dair en iyi tanımlardan birini, “insanlarla kültürleri arasındaki kadim çatlağın sistemli biçimde sömürülmesi” şeklinde bizzat Adorno yapmıştır. Bknz. Theodor Adorno, Minima Morilia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, O. Koçak ve A. Doğukan (çev.), İstanbul: Metis, 1951/2012, s. 154.
[6] Michael Billig, Banal Nationalism, Londra: Sage, 1994.
[7] Ezgi Başaran’ın ilgili yazısında belirttiği gibi, ne “o heykeli oraya kimin diktiği” ne “o heykelin oraya nasıl dikildiği” ne “o heykelin daha önce nerede, kimlerce hazırlandığı ve dikilişinin kimlere nasıl duyurulduğu” ne de “yıkılma kararının neden dört gün sonra verildiği” devlet tarafından bilinmekte veya açıklanabilmektedir; bknz. Ezgi Başaran, “Lice’deki Heykel Olayının Ardındaki Tuhaflıklar Silsilesi,” Radikal, 20 Ağustos 2014. Benzer şekilde, Ruşen Çakır’ın ilgili yazısında alıntıladığı Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da olayın devletten değil, “iki tarafın provakatörlerinden” kaynaklandığını belirtiyor; bknz. Ruşen Çakır, “Yine Lice, Yine Göz Göre Göre…,” Gazetevatan, 20 Ağustos 2014.
[8] Buradaki “dikilme” sözcüğünün İngilizcesi olan “to erect,” aslında tüm siyasetin üzerinde döndüğü “fallus”a çok daha açık bir atıf yapmaktadır; bknz. Jacques Lacan, Fallus’un Anlamı, S. M. Tura (çev.), İstanbul: Altıkırkbeş, 2013.
[9] Oysa modern zaman heykelleri olan – hatta heykellerin bir tür laneti olan ‘zaman’dan etkilenmeme yolunu da bulmuş olan – billboardlar, çarşaf afişler ve hatta televizyonda kendini sürekli, hiç durmadan hatırlatan görüntüler, en çok da muhafazakar seçmeni etkilemek amacıyla yeniden ve yeniden üretilip durmaktadır; üstelik, herhangi bir Erdoğan kampanya afişinin Lice’de veya başka bir yerde ‘yırtılmasını’/’indirilmesini’ aynı muhafazakar seçmenin nasıl karşılayacağı ayrı bir tartışma konusudur.
[10] Lice olayları hakkında HDP’den yapılan açıklama, içerdiği ‘barış,’ ‘MHP,’ ‘AKP,’ ‘asker,’ ‘sivil bürokrasi’ vb. referansları ile bu tavrı net bir biçimde yansıtmaktadır; bknz. “HDP MYK: Silahlı Saldırı ile Diyalog Kurulmaz…,” HDP.org.tr, 19 Ağustos 2014.