20 Mart 2014, Türkiye toplumsal algı tarihinde bir milat olacak.
Gözle görüneni, Türkiye, 2013 yılının Haziran ayından beri toplumsal ve siyasi olarak büyük bir çalkantı, – hadi ‘utanmadan’ söyleyelim – adeta bir yönetil(e)mezlik içinde kıvranıyor.
Gözle görünmeyeni, Türkiye’nin bu sosyo-politik düzensizlik içerisine girişinin bu tarihten çok daha önceye, ülkenin idari-bürokratik yapısının kökten değişmeye, bireysel algı kutuplaşmalarının filizlenmeye başladığı 2002 tarihine denk geldiğine işaret ediyor.
Kemal Karpat’ın [1] belirttiği şekilde, Türkiye’de kimlik meselesi, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişle birlikte yeni bir “ulus hayalini” [2] ve buna bağlı olarak “Yeni Türk”ü inşa etme sürecini kapsıyor. Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile eşzamanlı olarak, Türk toplumu ve bireyleri de kendi kendilerini yeniden-tanımaya ve tanımlamaya başlıyor. İlkokul derslerinde “ilkeler ve inkılaplar” adı altında (sıkıcı sıkıcı) aktarılan değişiklikler, aslında devletin yapısını değiştirmekten ziyade, toplumun “kendi algısını” şekillendirmeye, kimliklendirmeye, yönelik olarak hayata geçiriliyor. Harflerle başlayıp tarihe, edebiyata, ekonomiye ve elbette siyasete kadar uzanan mikro ve makro dinamikler, Türkiye toplumunun dünyaya ve kendisine olan bakış açısını köklü biçimde sarsıyor, değiştiriyor.
Osmanlı’da – son yüzyılda ortaya çıkan belli bir entelektüel kesim dışında – bir ‘tebaa’ olmaya alışmış, bunu sorgulamadan kabul etmiş toplumun çoğunluğu, bu algısal ve toplumsal değişime kolay kolay adapte olamıyor. Yeni inşa edilen “ulusal kimlik,” başlarda yalnızca küçük bir grubun kabul ettiği ve toplumsal hayata massedebildiği bir ‘proje’ olarak kalıyor.
Ancak zaman akıyor…
Tarih sürekliliğe kapılıyor…
Jenerasyonların değişmesi, şehirleşme ve yeni çocukların ‘eskiyi’ hatırlatacak unsurlara maruz bırakılmaması, zaman ilerledikçe “Türk ulusal kimliğini” doğal bir unsurmuş gibi kabul eden ve sayıları gittikçe artan kalabalıkların ortaya çıkmasına neden oluyor.
Unutma eylemi, hiç hatırlamamaktan farklıdır. Türkiye’nin Cumhuriyet projesi hatırlatmamak üzerine evrildikçe, kendilerini bu “ulusal kimliğe” ait hissetmeyen azınlık grupları da bir karşı hamle olarak kendi ‘hatırlatıcı’ eserlerini ortaya koymaya çalışıyorlar. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Peyami Safa, Cemil Meriç vb. isimler, Cumhuriyetin “ulusal kimliklendirme” sürecinden duydukları rahatsızlıkları dile getirmeye, eskiyi (ve eski ile kastedilen pozitivist-seküler-Batıcı yeni Türk projesine karşı, Osmanlı ve Müslümanlık mirasını) hatırlatmaya uğraşıyorlar. Ulaşabildikleri kitleyi, onlara ‘doğalmış gibi’ gösterilen yeni “ulusal kimlik”ten koparmaya, yerine de kendi “hayal ettikleri” kimlik anlayışını ulusallaştırmaya çağırıyorlar. Elbette bu süreç, halihazırda zor araçlarını elinde bulunduran ve bu araçları her türlü ‘farklılık’ üzerinde kullanmaktan hiç de çekinmeyen bürokratik-elit tarafından bastırılıyor, başarısız kılınıyor ve yalnızca “yerel bir kimlik” olarak, yeraltında, bırakılıyor. Ferdinand Tönnies’in [3] terimleriyle, cemiyeti “ulusal kimlik” ile bütünleştirirken, “yerel kimliklere” sahip azınlıkların cemaatler olarak kalmasına ve faaliyet göstermesine neden oluyor.
Bugün hepimiz biliyoruz ki, 2002 sonrasının siyasi ve idari kadroları, Cumhuriyet projesinin “yerel kimlik” olarak bıraktığı (eski cemiyetin kendilerini İslamcı, cemaatçi, şeriatçı, yeni-Osmanlıcı gibi türlü – ve teorik bir temelden tümüyle kopuk – sıfatlarla tanımlamaya ve kendilerinden ayırmaya çalıştığı) bu grupların arasından sıyrılmayı başaran küçük azınlıkların mirasçıları tarafından meydana getiriliyor. Bilmediğimiz veya üzerinde durmadığımız şey ise bir zamanların “yerel kimlik” sahibi bu azınlıklarının, bugün nasıl olup da devlet aygıtının kontrolünü ele geçirebilecek, hatta 17 Aralık 2013’ten bugüne dek devam eden süreç gösteriyor ki bu kontrolü tekelleştirebilmek adına kendi aralarında kavgaya tutuşabilecek, kadar “ulusal kimlik” düzeyine erişebilmiş oldukları.
Buna isterseniz milliyetçiliğin etkisini kaybetmesi, isterseniz küreselleşme sürecinin artık dünyada var olan her boşluğa nüfuz etmesi, isterseniz iletişimin/ulaşımın önündeki engellerin kalkması, isterseniz sınırların iç içe girmesi, isterseniz post-modernizmin yayılması, isterseniz de emperyalizmin boyut veya sıfat değiştirmesi deyin… Anlaşılması gereken o ki, dünya, yirminci yüzyılın başında “hayal edildiği” gibi tümüyle ulus-devletler arasında bölünmüş, bir parçası bile kaybolsa değerini yetirecek bütüncül bir resim değil artık. Dünyaya atıfta bulunurken, her bir parçası birer ulus-devleti temsil eden bir puzzle’dan bahsetmek bugün mümkün değil. Bugünkü dünya, bir Picasso tablosunun anlaşılmazlığını, antagonizmini, kırılmalarını, olmadık parçaların yan yana duruşunu, akan boyalarını andırıyor adeta. “Heterojen zamanlar” [4] diyor buna Partha Chatterjee. En büyük şirket CEO’larının kariyer planlarını falcılar/tarotçular eşliğinde yapması gibi, ulusların içindeki farklı gruplar da hem yerel olanla hem de küresel olanla sürekliliği olması gerekmeyen ittifaklar kurabiliyor. Tüm bu fraksiyonlar, farklı unsurları, farklı zamanlarda birbirlerinden ödünç alıp; daha sonra bizzat ödünç aldıkları bu unsurları kolaylıkla terk edebiliyor. “Yerel kimlik,” “küresel kimliğe,” “ulusal kimliğe” olduğundan daha yakın durabiliyor.
2002 sonrası Türkiye’si idari ve siyasi kadrolarının, ulusal kimliğe hiçbir zaman sahip olmadan – bir nevi ulusal kimliği by-pass ederek – bir müddet sonra yine o ulusal kimliğin sahibi olma iddiaları, işte tam da bu küresel kimliklerin ürettikleri söylemlerden yararlanmaları sayesinde vuku bulmuş oluyor. “Özgürlük,” “demokrasi,” “liberalizm,” “insan hakları,” “azınlık hakları,” “inanç özgürlüğü,” “kişisel hürriyetler,” “Avrupa ile entegrasyon” gibi aslında tarihsel olarak hiçbir zaman bu kadroların ecdatlarının lûgatına girmemiş küresel kavramlar, bizzat bu kadroların ulusal kimliğe ulaşmalarının önünü açan söylemler oluveriyor. Bu sihirli sözcüklerden etkilenen – Cumhuriyetin ulusal kimliğinin tümüyle sahibi olamamış olsa da, onun Batılılaşma dinamiğinden dibine kadar yararlanmış – ‘liberaller,’ ‘eski sol tüfekler,’ bunların “yetmeyeceğini ama evet” desteklenmesi gerektiğini haykırıyorlar. El ele, kol kola, omuz omuza yeni bir cenge başlanıyor. Eski cemiyet yavaşça tarihin sayfalarına karışırken, yenisi doğurtulmaya çalışılıyor.
Her yeni doğum gibi bu doğum da “içeride dışarıda” heyecanla karşılanıyor. Bir müddet “yenilen içilen” ayrı gitmiyor. Ta ki… Evet ta ki, idari-siyasi kadroların heyecanla ve uzun yıllar boyu arkasında durup “tatava yaptıkları” bu söylemlerin, eyleme geçmesi aşamasına gelininceye kadar…
İşte tam da söylem, eyleme dönüşecekken… ipler kopuyor.
Söylem yalnızca eyleme dönüşememenin sıkıntısını çevresine yaymakla kalmıyor, aynı zamanda neden eylemleşemediğini açıklar ve bunu meşrulaştırırken, bir zamanlar can ciğer kuzu sarması olduğu küresel kimliğe değil, ecdadın yerel kimliğine tekrar sarılıveriyor.
İnsan haklarının, özgürlüklerin, demokrasinin, küreselleşmenin, entegrasyonun yerine “kökü mazide, gözü atide” bir söylem dinamiği ortalığı kasıp kavuruyor. Yeni söylemler, “dindar nesil,” “Batının ahlaksızlığı,” “en az üç çocuk,” “aksırana tıksırana kadar içmek,” “kürtajı yasaklamak” vb. oluverince ‘yetmese de olur’ diyenler istemeye istemeye gözlerinin önündeki gerçeği yeniden-keşfediyorlar: Cumhuriyetin sürekli aşağıladıkları ve dinamik olmamakla suçladıkları “ulusal kimliği” (meğerse!), bugünün “küresel kimliğine,” eskinin “yerel kimliği”nden daha fazla benziyor, hatta onunla besleniyor.
Öte yandan, Cumhuriyet-ulusal-kimliğinin sahipleri bile, bu benzeşmenin farkında gözükmüyor. Ulusal kimlik, seksen yıl boyunca her açıdan potansiyelli bir devlet aygıtının tartışmasız sahibi olmanın verdiği aşırı kendine güven ve rehavet nedeniyle, 1923’te medeniyete doğru atılan adımları ilerletme çabasını bile kendi varlığına ve iktidar konumuna bir tehdit olarak algılıyor. Kendini zamana adapte etmek şöyle dursun, insanlarına diledikleri dili konuşma, öğrenme, bu dilde mahkemelerde savunma yapabilme, yayın ve sanat eseri üretme hakkını/şansını bile vermekten uzak duruyor. İçine kapanıyor. İçine kapandıkça hem kibri hem de katılığı artıyor. Tarih onu, kabuğu kırılamaz bir şamfıstığı gibi bir köşeye fırlatmaya hazırlanırken bile bunu fark etmekten aciz kalıyor. Her daim aşağıladığı, hor gördüğü ve bu nedenle kendi meşruiyetini besleyecek bir düşman gibi varlığına izin verdiği yerel kimlik, küresel kimlik ile bağlantı kurabilirken, o, yerinde saymaya devam ediyor.
Türkiye’de son bir yıl içerisinde yaşanan olaylar, küresel kimliğin söylemlerinden yararlanarak, ulusal kimliği ele geçiren yerel kimlikler arasındaki mücadeleyi işaret ettiği kadar, bir zamanların ulusal kimlik sahibi kitlesinin de kendini yenileme gereğini fark etmiş olduğunu gösteriyor. Birilerinin askeri olmaktan ziyade, bir çocuğun katledilişi üzerinden bir araya gelmenin daha anlamlı olduğunu yeni keşfeden insanlar, küresel kimliğin dili ile konuşmaya başlıyorlar. Şimdi “özgürlükten,” “demokrasiden,” “insan haklarından,” “inanç/yayın/dil hürriyetlerinden” bahsetme sırası onlara gelmişe benziyor.
20 Mart 2014 “Twitter olayı,” 2002 sonrası ulusal kimlik üzerinde söz sahibi olmaya başlayan eski yerel kimliğin, küresel söylemle olan bağlarının tümüyle kopmuş olduğunu anlatıyor. Osmanlı’nın matbaayı yasaklaması gibi tarihle, medeniyetle, küresel olanla arasındaki bağlantıyı koparmaya hazır, arkaik bir ses yükseliyor meydanlardan. Yükseldiği gibi de, bizzat o tarih, bizzat o medeniyet, bizzat o küre tarafından alaşağı ediliyor. Söylemi eyleme çevirememe olasılığı daha birkaç ay önce tahayyül dahi edilemeyenler, bugün “yoo Twitter’ı ben kapatmadım, kuzenim kapatmış” deme acziyetine düşüyor. Söylem, eylemi beslemedikçe; kendisini destekleyenler tarafından bile sorgulanabilecek bir hale gelen ve artık ciddiye dahi alınamayan bir zor/rıza aygıtı ortaya çıkıyor.
Belki de Hegel haklıdır, Minerva’nın baykuşu ancak gün batarken uçmaya hazırlanıyor.
Zaman değişiyor.
Ufuktan, içine harika bir David Bowie şarkısı iliştirilmiş bir tweet beliriyor.
“Though nothing, nothing will keep us together
We can beat them, forever and ever
Oh, we can be heroes just for one day” [5]
[1] Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze: Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, (çev.) R. Boztemur, 2011, İstanbul: Timaş, ss. 183-197.
[2] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, (çev.) İ. Savaşır, 1983/2014, İstanbul: Metis.
[3] Ferdinand Tönnies, “Gemeinschaft ve Gesellschaft”, Şehir ve Cemiyet içinde, (der.) (çev.) A. Aydoğan, 1887/2005, İstanbul: İz, ss. 185-217.
[4] Partha Chatterjee, “The Nation in Heterogeneous Time”, Indian Economic Social History Review, 38(4), 2001, ss. 399-418.
[5] David Bowie and Brian Eno, “Heroes”, Heroes, 1977, RCA.